Will Kymlicka – Liberalizm, Topluluk, Kültür (2025)

1990’lar, çokkültürcülüğün liberal demokrasiler için umut kaynağı olduğu bir dönemdi. Farklı kimliklerin ve toplulukların tanınması, demokrasiyi daha güçlü ve daha meşru kılacak bir unsur gibi görülüyordu. Çeşitlilik, bir tehdit değil, ortak yaşamı besleyen bir zenginlik olarak sunuluyordu. Ancak bu iyimserlik kısa sürede yerini kuşkulara bıraktı. Daha on yıl geçmeden çokkültürcülüğün toplumları böldüğü, yurttaşlık bilincini zayıflattığı ve güvenliği tehdit ettiği iddiaları yükseldi. 2000’lerle birlikte, özellikle 11 Eylül sonrasında bu eleştiriler doruk noktasına çıktı ve çokkültürcülüğün öldüğü ilan edildi.

Bugün ise durum çok daha çelişkili görünüyor. Artan göç hareketleri, bölgesel çatışmalar ve küresel kültürel temaslar, çokkültürlü yaşamı geri dönülmez bir gerçeklik haline getiriyor. Farklılıklarla birlikte yaşamak artık bir tercih değil, çağımızın zorunlu koşulu olarak öne çıkıyor. Bu bağlamda Will Kymlicka’nın ‘Liberalizm, Topluluk, Kültür’ (‘Liberalism, Community, and Culture’) adlı eseri, birey ile topluluk arasındaki gerilimi anlamak için temel bir başvuru kaynağı niteliği taşıyor.

Kymlicka, liberalizmin yalnızca soyut haklardan ibaret olmadığını, özgürlüğün ancak bireylerin kendi kültürel kökleri içinde gerçeklik kazandığını savunuyor. Ona göre bireysel özerklik ile topluluk aidiyeti birbirine karşıt değil, birbirini tamamlayan unsurlar. Bu yaklaşım, demokratik toplumların günümüzün yakıcı sorunlarıyla başa çıkabilmesi için önemli kavramsal araçlar sunuyor. Kitap, özgürlük ve aidiyet arasındaki dengeyi düşünmek isteyenler için vazgeçilmez bir kaynak olarak öne çıkıyor.

  • Künye: Will Kymlicka – Liberalizm, Topluluk, Kültür, çeviren: Hasan Ayer, Fol Kitap, siyaset, 344 sayfa, 2025

Tyler Volk – Kuarklardan Kültüre (2025)

Tyler Volk’un bu kitabı, evrenin kuarklardan başlayarak insan kültürüne kadar uzanan serüvenini büyük sıçramalar üzerinden inceliyor. Volk, bu süreci “ölçeklenme devrimleri” olarak adlandırıyor ve her yeni aşamanın bir önceki düzene yaslanarak daha karmaşık bir yapı ortaya çıkardığını belirtiyor. Kuarkların protonları, protonların atomları, atomların molekülleri oluşturmasıyla başlayan zincir, moleküllerin hücrelere dönüşmesi ve çok hücreli organizmaların ortaya çıkmasıyla farklı bir boyut kazanıyor.

‘Kuarklardan Kültüre: Nasıl Var Olduk, Bugüne Nasıl Geldik?’ (‘Quarks to Culture: How We Came to Be’), evrimin yalnızca biyolojik değil aynı zamanda iş birliği ve bütünleşme yasalarıyla da ilerlediğini vurguluyor. Ona göre doğa, sürekli daha büyük birimler yaratmak için birleşme ve dayanışma mekanizmalarını geliştiriyor. Bu bağlamda ekosistemler, karmaşık canlı toplulukları ve nihayetinde insan toplumları, evrimsel zincirin yeni halkaları olarak ortaya çıkıyor. İnsan kültürü ise biyolojik evrimden ayrışan ama onun üzerine kurulu yeni bir düzey olarak öne çıkıyor.

Kitap, dilin, sembollerin, kurumların ve ortak anlam üretiminin kültürel evrimde oynadığı merkezi rolü inceliyor. Volk, evrenin işleyişinde temel modelin “birleşme ve yeni düzey yaratma” olduğunu öne sürüyor. Bu model sayesinde kozmik oluşum ile insan uygarlığı arasında süreklilik kuruluyor. Okuyucu, kendi yaşamını yalnızca bireysel bir serüven değil, evrenin uzun tarihsel zincirinin bir halkası olarak kavrama imkânı buluyor. Kitap hem bilimsel hem felsefi yönüyle varoluşu bütüncül bir bakışla değerlendirmeye davet ediyor.

  • Künye: Tyler Volk – Kuarklardan Kültüre: Nasıl Var Olduk, Bugüne Nasıl Geldik?, çeviren: Elif Berktaş, Fol Kitap, bilim, 304 sayfa, 2025

Laurence Devillairs – Hayatı Felsefeyle İyileştirmek (2025)

Laurence Devillairs bu kitabında, felsefeyi yalnızca soyut düşüncelerin alanı değil, yaşamı iyileştiren ve anlamlandıran bir pratik olarak ele alıyor. Yazar, felsefenin asıl gücünün teorik tartışmalardan çok, bireyin gündelik varoluşuna dokunmasında ve yaşamın acılarını, kaygılarını, sorularını dönüştürmesinde yattığını vurguluyor.

‘Hayatı Felsefeyle İyileştirmek’ (‘Guérir la vie par la philosophie’), felsefeyi bir tür “ilaç” gibi görüyor. Stoacılıktan varoluşçuluğa kadar farklı düşünürleri çağırarak, onların fikirlerini ruhun yaralarına sürülen bir merhem gibi sunuyor. Devillairs, Platon’un ideallerinden, Epiktetos’un özgürlük anlayışına, Montaigne’in denemelerinden, Spinoza’nın akıl ve duyguları uzlaştırma çabasına kadar geniş bir yelpazede düşünceleri ele alıyor. Bütün bu örnekler, felsefenin hayatın yükleriyle baş etmede somut araçlar sağlayabileceğini gösteriyor.

Yazar, insanın kırılganlığını ve varoluşsal sıkıntılarını merkeze alıyor. Ölüm korkusu, özgürlük sorunu, mutluluk arayışı, yalnızlık ve anlam boşluğu gibi evrensel meselelerin felsefi bakışla yeniden ele alınabileceğini söylüyor. Bu bağlamda felsefe, sadece akademik bir alan olmaktan çıkıp, bireysel bir terapi, hatta varoluşsal bir dayanıklılık biçimi haline geliyor.

Devillairs, felsefeyi “yaşam sanatı” olarak konumlandırıyor. Okura, felsefi düşünmenin günlük hayatta nasıl uygulanabileceğini gösterirken, teorinin pratikle birleştiğinde bir tür şifa işlevi görebileceğini savunuyor. Kitap, felsefenin tarih boyunca üstlendiği “iyi yaşama rehberliği” rolünü yeniden hatırlatarak, bugünün karmaşık ve belirsiz dünyasında insana yol gösterme potansiyelini ortaya koyuyor.

  • Künye: Laurence Devillairs – Hayatı Felsefeyle İyileştirmek, çeviren: Yılmaz Ruhi Demir, Fol Kitap, felsefe, 200 sayfa, 2025

Naunihal Singh – Askerî Darbelerin Stratejik Mantığı (2025)

Naunihal Singh’in bu çalışması, askeri darbelerin nasıl gerçekleştiğini ve neden bazılarının başarılı olup bazılarının başarısız olduğunu anlamak için kapsamlı bir analiz sunuyor. ‘Askerî Darbelerin Stratejik Mantığı: Yönetime El Koymak’ (‘Seizing Power – Strategic Logic of Military Coups’), bu alandaki mevcut çalışmalardan farklı olarak, darbe girişimlerinin başarısının veya başarısızlığının ardındaki temel faktörün, askeri hizipler arasındaki koordinasyon dinamikleri olduğunu savunur. Kitap, 1950-2000 yılları arasında dünya genelindeki 471 darbe girişimini içeren orijinal bir veri seti ve darbe katılımcılarıyla yapılan 300 saatlik mülakatlara dayanarak yeni bir teori geliştiriyor.

Singh, bir darbenin başarısının, darbecilerin diğer subaylar ve birlikler nezdinde başarının kaçınılmaz olduğu izlenimini yaratma yeteneklerine bağlı olduğunu öne sürüyor. Askeri aktörler, fiili duruma göre genellikle daha güçlü olan “kaçınılmaz zafer” imajını nasıl yansıttıklarını gösteriyor. Bu, darbenin popülaritesinden veya askeri güç üstünlüğünden ziyade, askeri içindeki grupların birbirlerinin eylemlerini tahmin etme ve buna göre koordine olma yeteneğine dayanıyor. Eğer darbeciler, darbenin şimdiden başarılı olduğuna dair güçlü bir sinyal verebilirlerse, diğer birlikler de bu “kazanan” tarafa katılmaya meyilli olurlar.

Kitap, darbe dinamiklerini kökenlerine göre üç farklı türe ayırır: askeri hiyerarşinin tepesinden gelen darbeler, orta rütbelilerden gelen darbeler ve alt rütbeli askerlerin isyan niteliğindeki darbeleri. Her türün kendine özgü başarı olasılıkları ve koordinasyon zorlukları olduğunu gösteriyor. Gana’daki çok sayıda darbe ve 1991’deki Sovyetler Birliği’ndeki darbe girişimi gibi vaka analizleriyle teorisini destekleyen Singh, kitabıyla sivil-asker ilişkileri ve siyasi istikrarsızlık üzerine çalışan akademisyenlere yeni bir bakış açısı sunuyor.

  • Künye: Naunihal Singh – Askerî Darbelerin Stratejik Mantığı: Yönetime El Koymak, çeviren: S. Erdem Türközü, Fol Kitap, siyaset, 424 sayfa, 2025

Ünsal Çimen – Su, Kan ve Akıl (2025)

Batı kültüründe mitolojik düşünceden felsefi düşünceye geçiş genellikle bir ilerleme, insan aklının bir zaferi, çocuksu mitlerin gölgesinden çıkış, kaosun yerini düzenin alışı olarak görülüp kutlanageldi. Oysa bu geçişin simgesel bir “cinayet” ile gölgelenmiş karanlık bir yüzü de vardır: Kozmolojik annenin öldürülerek dişil unsurun ve kadınlığın sistemli biçimde bastırılması ve bunun karşısında filozof tipinde kendini gösteren erkekliğin tahakkümü ve ataerkinin zaferi.

Bu kitap işte bu bastırmanın izini sürüyor. Felsefe tarihinde Thales’in her şeyin kökeni olarak gördüğü “su” unsurunun geçirdiği dönüşüm üzerinden, dişil ilkenin nasıl görünmez kılındığını ele alıyor. Mitolojilerde, dinlerde, hatta çağdaş bilimde yaşamın kaynağı olarak görülen suyun bir varlık eğretilemesi olmaktan çıkarılıp kontrol edilmesi gereken çalkantılı bir karmaşaya indirgenişini ele alıyor ve Antik Yunan’da temellenen felsefeyi bir de bu gözle değerlendirmeye davet ediyor. Mitolojik ve felsefi düşüncenin belirli uğraklarında suyun yalnızca bir madde, pagan dünya görüşünde doğanın bir ögesi olmadığını, bir anlam taşıyıcı, bir mitos, hafıza ve iktidar mücadelesi sahnesi olduğunu gösteriyor. Oedipus anlatısında, Klitemnestra’nın öldürülüşünde, Platon’un idealar dünyasında, Aristoteles’in ilk neden anlayışında, İslam felsefesinde ve Kogiler gibi yerli halkların yaratılış anlatılarında biçimlendirici ilke olarak suyun nasıl mitoloji ile felsefe arasındaki kırılma noktasını teşkil ettiğini, düşünce tarihinin sadece söylenenlerle değil, ayrıca bastırılanlar ve susturulanlarla da kurulduğunu ortaya koyuyor.

  • Künye: Ünsal Çimen – Su, Kan ve Akıl: Mitolojiden Felsefeye Geçişin Hikâyesi, Fol Kitap, felsefe, 136 sayfa, 2025

Hatice Sena Arıcıoğlu – Seküler Türkiye’de Ruh Çağırma (2025)

Hatice Sena Arıcıoğlu’nun bu çalışması, Türkiye’de laikleşme sürecinin yoğun olarak yaşandığı 1936 ile 1969 yılları arasında ruh çağırmanın nasıl bir yer edindiğini ve özellikle de Bedri Ruhselman Çevresi’nin bu bağlamdaki rolünü inceliyor. ‘Seküler Türkiye’de Ruh Çağırma: Din ve Modern Bilim Arasında Ruhselman ve Çevresi’ (‘Spiritism in Secular Turkey 1936 – 1969: The Ruhselman Circle Between Religion and Modern Science’), bu dönemin Türkiye’sinde din ve modern bilim arasındaki gerilimlerin yaşandığı bir ortamda, ruh çağırmanın hem dini hem de bilimsel söylemlerle nasıl bir ilişki kurduğunu ve kendine özgü bir inanç sistemi geliştirdiğini analiz ediyor. Arıcıoğlu, Ruhselman Çevresi’nin spiritüel pratiklerini, yayınlarını ve düşünce sistemini merkeze alarak, bu çevrenin laik Türkiye’deki entelektüel ve dini tartışmalara nasıl dahil olduğunu ve nasıl bir anlam dünyası yarattığını detaylı bir şekilde ele alıyor.

Kitap, Ruhselman Çevresi’nin spiritizmin temel prensiplerini benimserken, aynı zamanda dönemin bilimsel ve felsefi akımlarından nasıl etkilendiğini ve bu etkileşim sonucunda ortaya çıkan özgün yorumları araştırıyor. Çevrenin, spiritüel seanslar, medyumluk deneyimleri ve ruhlarla iletişim kurma pratikleri üzerinden geliştirdiği inanç sistemi hem geleneksel dini anlayışlardan hem de katı materyalist bilim görüşlerinden farklılaşan bir alternatif sunuyordu. Arıcıoğlu, bu çevrenin yayınladığı eserler, dergiler ve diğer iletişim araçları aracılığıyla spiritüel düşüncelerini nasıl yaygınlaştırdığını ve laik Türkiye’de kendine nasıl bir takipçi kitlesi edindiğini de inceliyor.

Kitap, laik bir devlette ruh çağırmanın varoluş mücadelesini, dini ve bilimsel söylemlerle kurduğu karmaşık ilişkiyi ve bir inanç sistemi olarak nasıl şekillendiğini anlamak için önemli bir çalışma. Kitap, Ruhselman Çevresi örneği üzerinden, modernleşme ve laikleşme süreçlerinin yaşandığı toplumlarda alternatif inanç biçimlerinin nasıl ortaya çıkabileceğine ve kendine özgü bir anlam dünyası yaratabileceğine dair değerli bir bakış açısı sunuyor.

  • Künye: Hatice Sena Arıcıoğlu – Seküler Türkiye’de Ruh Çağırma: Din ve Modern Bilim Arasında Ruhselman ve Çevresi, Fol Kitap, sosyoloji, 272 sayfa, 2025

Thomas Hobbes – Hukukun Unsurları (2025)

Thomas Hobbes’un bu kitabı, Hobbes’un siyaset felsefesinin temelini oluşturan ve daha sonraki başyapıtı Leviathan’ın öncüsü niteliğinde olan bir çalışmadır. ‘Hukukun Unsurları’ (‘The Elements of Law – Natural and Politic’), insan doğasını ve toplumsal düzenin nasıl ortaya çıktığını mekanikçi ve materyalist bir bakış açısıyla ele alır. Ona göre, insan doğası temelde bencildir ve her birey kendi varlığını sürdürme ve arzusunu tatmin etme eğilimindedir. Bu doğal durumda, herkesin herkesle savaş halinde olduğu bir kaos ortamı hüküm sürer ve güvenlik, düzen veya istikrar söz konusu değildir.

Hobbes, bu doğal durumdan çıkış yolunun, bireylerin doğal haklarının bir kısmını, ortak bir gücü temsil eden egemen bir otoriteye devretmeleriyle mümkün olacağını savunur. Bu egemen güç, yasaları koyma ve uygulama yetkisine sahip olmalı, böylece toplumsal düzeni sağlayabilir ve bireylerin güvenliğini temin edebilir. Hobbes, en etkili egemenlik biçiminin monarşi olduğunu düşünse de, önemli olanın egemenin gücünün mutlak ve bölünmez olmasıdır. Egemenin temel görevi, barışı ve güvenliği sürdürmektir ve bireylerin bu amaçla egemenin otoritesine itaat etmeleri zorunludur. Hobbes, adaletin ve hukukun ancak egemenin iradesiyle tanımlanabileceğini, doğal bir adalet anlayışının olmadığını ileri sürer. ‘Hukukun Unsurları’, Hobbes’un doğa durumu, doğal haklar, toplumsal sözleşme ve egemenlik gibi temel kavramlarını ilk kez detaylı bir şekilde ele aldığı önemli bir eserdir ve siyaset felsefesi tarihindeki etkili düşünürlerden birinin fikirlerinin gelişimini anlamak için kritik bir kaynaktır.

  • Künye: Thomas Hobbes – Hukukun Unsurları, çeviren: Ayşe Çevik, Fol Kitap, hukuk, 256 sayfa, 2025

Leo Markun – Fahişeliğin Tarihi (2025)

Leo Markun’un ‘Fahişeliğin Tarihi: Antikçağda ve Ortaçağ’da’ (‘Prostitution in the Ancient World & Prostitution in the Medieval World’) adlı bu eseri, antik Yunan ve Roma’dan başlayarak Orta Çağ Avrupa’sına kadar uzanan geniş bir zaman diliminde fahişeliğin sosyal, ekonomik, kültürel ve dini bağlamlarını inceleyen kapsamlı bir çalışma. Markun, fahişeliğin sadece bireysel bir olgu olmadığını, aynı zamanda dönemin toplumsal yapısı, cinsellik anlayışı, hukuk sistemleri ve dini inançlarıyla derinlemesine iç içe geçmiş bir kurum olduğunu detaylı bir şekilde ortaya koyuyor. Antik dünyada tapınak fahişeliği gibi dini ritüellerle bağlantılı uygulamalardan, liman kentlerindeki ticari fahişeliğe kadar farklı biçimleri ele alan yazar, bu dönemdeki fahişelerin sosyal statülerini, ekonomik koşullarını ve karşılaştıkları yasal düzenlemeleri inceliyor.

Mezopotamya’da tanrıçalar adına hizmet eden kutsal fahişelerden başlayarak, Antik Yunan’da hem kültürel hem de entelektüel yaşamın parçası olan hetairaları, Roma İmparatorluğu’nun yasalarla düzenlenmiş karmaşık ve şaşırtıcı genelev sistemini, erkek fahişeleri, ev hayatını, ikili ilişkileri ve nihayetinde Ortaçağ Avrupası’nın baskıcı ahlak rejimleri altında var olmaya çalışan kadınları anlatıyor.

Orta Çağ’a gelindiğinde ise Markun, Hristiyanlığın yükselişiyle birlikte fahişeliğe yönelik tutumların nasıl değiştiğini ve bu durumun fahişelerin yaşam koşulları üzerindeki etkilerini analiz ediyor. Kilisenin fahişeliği günah olarak kabul etmesine rağmen, kentlerde ve ticaret yolları üzerinde fahişeliğin varlığını sürdürdüğünü ve hatta bazı durumlarda belirli düzenlemelere tabi tutulduğunu gösteriyor. Yazar, Orta Çağ’daki fahişelerin sosyal dışlanma, şiddet ve hastalıklarla mücadelelerini aktarırken, aynı zamanda bazı kentlerde fahişeler için ayrılan bölgeleri ve bu bölgelerdeki yaşamı da betimliyor. Markun’un bu eseri, fahişeliğin tarih boyunca farklı toplumlarda nasıl algılandığını, yaşandığını ve düzenlendiğini anlamak için önemli bir kaynak niteliğinde. Kitap, cinsellik tarihi, sosyal tarih ve hukuk tarihi alanlarına ilgi duyan okuyucular için değerli bilgiler sunuyor.

  • Künye: Leo Markun – Fahişeliğin Tarihi: Antikçağda ve Ortaçağ’da, çeviren: Ulus Sevdi, Fol Kitap, tarih, 112 sayfa, 2025

Michael Shermer – Komplolar ve Komplo Teorileri (2025)

Michael Shermer’in bu çalışması, komplo teorilerine olan yaygın inancın psikolojik, sosyal ve kültürel kökenlerini inceleyen bir çalışma. ‘Komplolar ve Komplo Teorileri: Bu İşin İçinde Bir İş Var’ (‘Conspiracy – Why the Rational Believe in the Irrational’), rasyonel ve eğitimli bireylerin bile neden mantıksız ve kanıtlanmamış komplo teorilerine yönelebildiğini anlamak için psikoloji, bilişsel bilim ve sosyal psikoloji alanlarındaki araştırmalardan yararlanıyor. Kitap, insanların örüntü arama (patternicity) ve nedensellik atfetme (agenticity) gibi doğal bilişsel eğilimlerinin, belirsizlik ve stresli durumlarla karşılaştıklarında komplo teorilerine olan yatkınlıklarını artırdığını savunuyor.

Shermer, komplo teorilerinin çekiciliğinin ardında yatan çeşitli psikolojik faktörleri detaylandırır. Bunlar arasında kontrol yanılsaması, doğrulama yanlılığı, orantılılık yanlılığı (büyük olayların büyük nedenleri olmalı inancı) ve dünyayı anlamlandırma ihtiyacı yer alır. Kitap ayrıca, sosyal medyanın ve internetin komplo teorilerinin hızla yayılması ve güçlenmesindeki rolünü de ele alıyor. Farklı komplo teorisi türlerini (büyük olay komploları, sistemik komplolar vb.) analiz eden Shermer, bu teorilerin genellikle nasıl kanıtlanamaz ve çürütülemez bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor. Sonuç olarak bu kitap, komplo teorilerine olan inancın irrasyonel olmadığını, aksine temel insan psikolojisinin ve sosyal dinamiklerin bir sonucu olduğunu öne sürerek, bu olguyu anlamak için rasyonel bir çerçeve sunuyor.

  • Künye: Michael Shermer – Komplolar ve Komplo Teorileri: Bu İşin İçinde Bir İş Var, çeviren: Paris Onal, Fol Kitap, inceleme, 376 sayfa, 2025

Chris Gratien – Dağlar Bizimdir (2025)

Chris Gratien’in bu çalışması, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, özellikle 19. yüzyılda, Çukurova bölgesinin çevre tarihini inceliyor. ‘Dağlar Bizimdir: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Çukurova’nın Çevre Tarihi’ (‘The Unsettled Plain: An Environmental History of the Late Ottoman Frontier’), bu bölgenin sadece siyasi ve sosyal değişimlere değil, aynı zamanda derin çevresel dönüşümlere de sahne olduğunu gösteriyor. Kitap, Osmanlı Devleti’nin modernleşme çabaları, artan merkezi kontrol arzusu, yeni tarım politikaları ve teknolojik gelişmelerin bu sınır bölgesinin ekolojisi üzerindeki etkilerini detaylı bir şekilde analiz ediyor. Gratien, bu dönemde uygulanan toprak reformları, sulama projeleri ve yerleşik hayata geçirme politikalarının, bölgenin doğal kaynakları, bitki örtüsü ve yerel toplulukların yaşam biçimleri üzerinde kalıcı ve çoğu zaman olumsuz sonuçlar yarattığını gösteriyor.

Kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çukurova’yı ekonomik ve siyasi olarak bütünleştirme çabalarının, bölgenin kırılgan ekosistemini nasıl etkilediğini ve yerel Türkmen ve Arap aşiretlerinin geleneksel yaşam tarzlarını nasıl dönüştürdüğünü inceliyor. Gratien, bu süreçte ortaya çıkan çatışmaları, kaynak rekabetini ve çevresel bozulmayı, arşiv belgeleri, seyahatnameler ve dönemin diğer görsel ve yazılı kaynakları aracılığıyla zengin bir şekilde ortaya koyuyor. Yazar, sadece devlet politikalarının değil, aynı zamanda demografik değişimlerin, yeni tarım tekniklerinin ve uluslararası ticaretin de bölgenin çevresel tarihinde önemli bir rol oynadığını vurguluyor. Çalışma, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki sınır bölgelerinin çevre tarihine odaklanarak, modernleşme ve merkeziyetçilik süreçlerinin çevresel sonuçlarını anlamak için önemli bir perspektif sunuyor. Kitap, Türkiye tarihi, çevre tarihi ve Osmanlı çalışmaları alanlarına ilgi duyan herkes için değerli bir kaynak.

  • Künye: Chris Gratien – Dağlar Bizimdir: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Çukurova’nın Çevre Tarihi, çeviren: Dara Elhüseyni, Fol Kitap, tarih, 424 sayfa, 2025