Kevin J. Wetmore Jr. – Ölü Yiyiciler (2024)

Bu kitaptaki canavarların ve tarih boyunca görülen yamyamlık vakalarının da ortaya koyduğu üzere, bizler de besin zincirinin bir parçasıyız.

Parçalara ayrılıp yenebileceğimiz, sindirilebileceğimiz ve dışkılanabileceğimiz gerçeğinden rahatsız oluyor ve bunu korkutucu buluyoruz.

Böylece bunu wendigoların, hortlakların, aswangların ve diğer şeytani yaratıkların yaptığını hayal ediyor, onları kendimizden uzaklaştırıyor, bu durumu daha az gerçek kılıyor (ya da en azından başkasının başına geldiğini hayal ediyoruz, kendimizin değil) ve aynı anda da yamyam katilleri ünlü konumuna yüceltiyoruz (kendimizden uzaklaştırıyoruz).

Yamyamlığın nadir olduğunu, hortlakların, aswangların ve wendigoların artık var olmadığını düşünerek rahatlıyoruz.

Ancak diğer tüm ceset yiyiciler gibi, onlar da gölgelerde saklanıyor, geri dönmek ve korkularımızı körüklemek için fırsat kolluyorlar.

Dünya üzerindeki her kültürde, insan yiyen canavarlara dair anlatılara tanık oluruz.

Grendel’den ortaçağda bir yamyam olan Sawney Bean’e; antik İran’daki gulyabanilerden Teksas Katliamı’na kadar, bu varlıkların insanları yediği her hikâye, evrensel ve bir o kadar da korkutucu nitelikler taşır.

Bu kitapta Kevin J. Wetmore Jr., hortlaklar, yamyamlar, wendigolar ve insan etiyle ziyafet çekmeyi seven diğer varlıklar da dahil olmak üzere ölü yiyen canavarların tamamına yer veriyor.

Mitolojiden başlayarak tarihe ve çağdaş popüler kültüre yönelen Wetmore, antik Yunan tanrılarının insanlarla beslenme hikâyelerinden, Tibet’teki gökyüzü cenazelerine; Zerdüştlükten modern toplumlardaki gerçek yamyamlık vakalarına kadar görünüşte insanlık dışı olan bu eylemleri inceleyerek ‘Ölü Yiyiciler’de, ceset yiyenlerin bizlere insan doğası ve en derin korkularımıza dair pek çok şey öğretebileceğini ortaya koyuyor.

Wetmore, temel bir geri dönüşüm niteliğinde olan yamyamlığın etkileyici hikayesini kaleme almış.

Bir canlının kendi türünü yemesinin tabu olan bu tarihi, görmezden gelinemeyecek ya da hafızalardan silinemeyecek bir enkaz niteliğinde.

Eser iki boyutlu; yalnızca bizlerde kalıtsal olarak bulunan yenme korkusunu değil, aynı zamanda kendimizin de birer yamyam olma potansiyeline dair kaygımızı da irdeliyor.

  • Künye: Kevin J. Wetmore Jr. – Ölü Yiyiciler: İnsan Yiyen Canavarlar Hakkında Mitler ve Hikâyeler, çeviren: Selin Kurugül, Ayrıntı Yayınları, inceleme, 224 sayfa, 2024

Nikolas Rose – Yaşamın Politikası (2024)

Tıp alanı yüzyıllar boyunca anormallikleri tedavi etmeyi amaçladı.

Bugün gelinen noktada ise normalliğin kendisi tıbbi değişikliklere açılmış durumda.

Bedenlerle ve zihinlerle ilgili yeni bir moleküler anlayışla, temel yaşam süreçlerini moleküller, hücreler ve genler düzeyinde manipüle etmek için yeni tekniklerle donatılmış olan tıp, şimdi gözünü insanın tüm yaşam süreçlerini değiştirmeye dikmiş görünüyor.

Elinizdeki eser de tıbbın, insan yaşamının ve biyo-teknolojinin yaygın bir biçimde politikleşmesine yol açan yaşam bilimleri ve biyo-tıptaki son gelişmeleri masaya yatırıyor.

Popüler bilimin abartılı sözlerinden ve sosyal bilimin karamsar çıkarımlarından kaçınan Nikolas Rose, genom bilimi, sinir bilimi, farmakoloji ve psiko-farmakolojideki gelişmeleri ve bunların ırksal politikaları, suçun denetlenme biçimlerini ve psikiyatriyi nasıl etkilediğini inceleyerek çağdaş moleküler biyopolitikayı tüm ayrıntılarıyla analiz ediyor.

Rose, biyotıbbın bir iyileştirme pratiğinden hayatın yönetimine nasıl dönüştüğünü, nasıl hastalıklardan çok hastalıklara yatkınlıkları tedavi etmeyi vurgular hale geldiğini, hasta anlayışımızdaki değişimi, yeni tıbbi aktivizm biçimlerinin ortaya çıkışını, biyo-sermayenin yükselişini ve biyo-iktidardaki dönüşümleri ele alıyor.

Bu gelişmelerin her biri olduğumuzu sandığımız ve olmak istediğimiz kişiler için hayati sonuçlar barındırdığından, elinizdeki okuma zengin bir kaynak niteliği taşıyor.

  • Künye: Nikolas Rose – Yaşamın Politikası: 21. Yüzyılda Biyomedikal, İktidar ve Öznellik, çeviren: Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yayınları, inceleme, 464 sayfa, 2024

Enzo Traverso – Devrim (2024)

Bu kitap on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl devrimlerinin tarihini, başka birçoğunun yanı sıra Marx’ın “tarihin lokomotiflerini”, Aleksandra Kollontay’ın cinsel açıdan özgürleşmiş bedenlerini, Lenin’in mumyalanmış bedenini, Auguste Blanqui’nin barikatlarını ve kızıl bayraklarını, Paris Komününün Vendôme Sütununu yıkışını da içeren bir “diyalektik imgeler” takımyıldızı oluşturarak yeniden yorumluyor.

Marx ve Bakunin’den Luxemburg ve Bolşeviklere, Mao ve Ho Şi Minh’ten José Carlos Mariátegui, C.L.R. James ve Güney’in diğer isyankâr ruhlarına, dışlanmışlar ve paryalar olarak çeşitli devrimci entelektüel profilleri çizerek teorileri, onları ayrıntılandıran düşünürlerin varoluşsal güzergâhlarıyla bağlantılandırıyor.

Ve son olarak, devrim ile komünizmin yirminci yüzyılın tarihini bu denli derinden biçimlendirmiş olan iç içe geçişini çözümlüyor.

Enzo Traverso siyasi tahayyülde devrimlerin kavramlarının ve imgelerinin zihin bulandıran varlığının ustalıkla ifade edilmiş bir değerlendirmesini bize sunmakla en yetenekli Marksist akademisyendir.

  • Künye: Enzo Traverso – Devrim: Bir Entelektüel Tarih, çeviren: Osman S. Binatlı, Ayrıntı Yayınları, tarih, 384 sayfa, 2024

Seray Kumlu – Dostluk (2024)

Dostluk, bir yandan iki kişinin yakınlık kurmasını sağlayan, sözde ve deneyimde açıklığı, duygulanımları, eşitliği, karşılıklılığı, özeni içeren, yalnızca kurulmasının tarafların tercihine kalması anlamında değil, birçok anlamda özgürlüğü de içeren bir ilişki.

Öte yandan, insanların, iktidar ilişkileriyle örülü bir bütünsellik içerisinde birbiriyle ilişkilenmesi amacıyla inşa edilen bir dostluk kurgusu var: Dışlayıcılık, eşitlik yerine türdeşlik, özgürlük yerine uyum ve kapalılık sunan ama aynı zamanda içerisinde bulunan insanlara bir gruba ait olmanın duygulanımlarını sağlayan bir siyasal aidiyet biçimi.

Siyasal bir aradalıkları dostluk kavramı etrafında ele alan bu inceleme, dostluğu hem siyasal düşünce içinde hem de siyasal bir aradalıkların somut formları bağlamında konumlandırıyor.

Dışlayıcı siyasal formların yarattığı kimliklendirmelerin karşısında, farkı muhafaza eden eşitlikçi siyasal imkânların arayışında dostluk ile yol almayı deniyor.

  • Künye: Seray Kumlu – Dostluk: Siyasi Bir İnceleme, Ayrıntı Yayınları, siyaset, 256 sayfa, 2024

Dylan Riley – Avrupa’da Faşizmin Yurttaş Dayanakları (2024)

Gramscici bir teorik bakış açısına ve sistemli bir karşılaştırmalı yaklaşımın geliştirilmesine yaslanan ‘Avrupa’da Faşizmin Yurttaş Dayanakları: İtalya, İspanya ve Romanya 1870-1945’te, faşist rejimlerin tıpkı kitle demokrasileri gibi zayıf ve ayrışmış sivil toplumlar yerine iyi örgütlenmiş sivil toplumlara ihtiyaç duydukları ileri sürülerek, otoriterlik hakkında genel kabul gören Tocquevilleci görüş birliğine meydan okuyor.

Kitapta bu yöndeki argüman ortaya atılırken, dünya savaşları arasındaki devrin en önemli üç otoriterlik örneğine odaklanılıyor: İtalya, İspanya ve Romanya.

Bu üç örneğin hepsinde de faşizmin, gönüllü birliklerin hızla gelişmeleriyle hâkim sınıf içindeki politik partilerin zayıf bir şekilde gelişmelerinin çakışması yüzünden ortaya çıktığı ileri sürülüyor.

Kitaba göre bu durum bir hegemonya krizi yarattı.

Riley, bundan hareketle krizin 19. yüzyılda sivil toplumun gelişimine bağlı bulunarak aldığı özgül şeklin izini sürüyor.

İtalya, İspanya ve Romanya’da faşizmin yükselişinin bu dâhiyane incelemesi, Tocqueville ve Gramsci’yi alışılmamış ve şaşırtıcı bir sohbetin içine sokuyor.

Sivil toplum, faşizm ve demokrasi hakkında yeniden düşünmemizi sağlayacak bir çalışma.

Riley, sadece Tocqueville, Arendt ve Gramsci’nin mirasları üzerine yeniden düşünmek ve bunları bağdaştırmakla kalmıyor; Kıta Avrupa’sındaki sivil toplumun ve demokratikleşmenin asıl tarihi konusunda aklımızı başımıza getiriyor.

  • Künye: Dylan Riley – Avrupa’da Faşizmin Yurttaş Dayanakları: İtalya, İspanya ve Romanya (1870-1945), çeviren: Ahmet Aybars Çağlayan, Ayrıntı Yayınları, siyaset, 384 sayfa, 2024

Elizabeth Pike, Jay Coakley – Spor Sosyolojisi (2024)

İlk kez Amerika Birleşik Devletleri’nde yayımlandığı 1978 yılından bugüne yeni basımlarının yanı sıra farklı dillere çevrilen ve dünyanın farklı bölgelerine yönelik baskıları yapılan ‘Spor Sosyolojisi: Sorunlar ve Çatışmalar’ın Türkçedeki bu ilk basımı Birleşik Krallık ve Avrupa baskısının çevirisi.

Bu baskı, öncekilerin mirasını sürdürmekle birlikte spor sosyolojisi alanındaki güncel araştırmaları ve kuramsal yaklaşımları referans alarak, yeni tartışmalar ve örneklerle genişletilmiş bir içerik sunuyor.

Sosyolojinin toplumda sporu incelemek için kullanılabileceği yolları göstermek üzere tasarlanan bu kitap, sporu yalnızca daha iyi anlaşılmak istenen bir konu olarak ele almıyor, aynı zamanda onu, içinde yaşadığımız toplum ve kültür hakkında daha fazla bilgi edinebileceğimiz bir pencere olarak kullanıyor.

Sporun toplumsal cinsiyet, sınıf, ırk ve etnisite, yaş, yeterlik ve engellilik, şiddet ve sapma ile ilişkileri çerçevesinde toplumdaki güç ilişkilerine odaklanıyor; spor ve kültürel ideolojiler arasındaki bağlantıları inceleyerek bu ilişkileri anlamaya çalışıyor.

Spor ile ekonomi, siyaset, eğitim ve medya gibi toplumsal hayatın önemli alanları arasındaki bağlantıları ele alarak spora ve topluma bütünsel bir bakış açısı sunuyor.

Aynı zamanda toplumsal bir inşa olarak incelediği sporun içinde ve etrafında oluşturulan, sürdürülen ve değişen sosyal dünyaları inceleyerek, insanların parçası oldukları sosyal dünyalardaki aktif rollerine vurgu yapıyor.

Böylece okurların kendi hayatlarında, ailelerinde, okullarında, topluluklarında, toplumlarında, bir bütün olarak dünyada sporla ilgili sorunları belirlemelerine ve keşfetmelerine yardımcı olmayı hedefliyor.

Bu bağlamda ‘Spor Sosyolojisi: Sorunlar ve Çatışmalar’, toplumsal ve kültürel dünyanın bir parçası haline gelen sporla ilişkili “daha derin oyuna” odaklanarak, toplumda spora ve onu çevreleyen sorunlara ve çatışmalara eleştirel bir gözle bakıyor.

Bunu yaparken sporun daha demokratik ve insancıl hale getirilmesinin ve spora katılımın herkes için daha erişilebilir olmasının önemi üzerinde duruyor.

Okurları da toplumda sporun nasıl tanımlandığı, nasıl organize edildiği, nereye doğru gittiği, gelecekte nasıl olması gerektiği hakkında sorular sormaya ve eleştirel düşünmeye teşvik ediyor.

‘Spor Sosyolojisi: Sorunlar ve Çatışmalar’; sosyoloji ya da spor bilimleri öğrenimi görenlerin yanı sıra, sporun içindeki tüm öznelerin ve spora ilgi duyan, onu daha iyi anlamak isteyen genel okurun da bilgilenmesini ve derinlemesine düşünmesini sağlayacak önemli bir temel kaynak olma özelliği taşıyor.

  • Künye: Elizabeth Pike, Jay Coakley – Spor Sosyolojisi: Sorunlar ve Çatışmalar, çeviren: Funda Akcan, Ayrıntı Yayınları, sosyoloji, 720 sayfa, 2024

Kanşaubiy Miziev – Edebiyat ve Düello (2024)

Dünya edebiyatında düello sahneleri bol miktarda temsil edilir.

Özellikle Rus yazarların eserlerinde, daha çok 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında bu örneklere oldukça sık tanık oluruz.

Bu dönemde düelloların arttığı gözlemleniyor ve bu kitap da daha çok Rus yazarların düello olaylarına karıştığını, düello sahnelerinin hemen hemen tüm büyük yazarların eserlerinde yer aldığını gösteriyor.

Bunların arasında ‘Yevgeniy Onegin’, ‘Yüzbaşının Kızı’ (A. Puşkin), ‘Zamanımızın Bir Kahramanı’ (M. Lermontov), ‘Ecinniler’ (F. Dostoyevskiy), ‘Babalar ve Oğullar’ (İ. Turgenev), ‘Savaş ve Barış’ (L. Tolstoy), ‘Düello’ ve ‘Ayı’ (A. Çehov) gibi eserler vardır.

Dahası var, bu büyük yazarların çoğu düello olaylarına doğrudan müdahil oldu.

Örneğin, Aleksandr Puşkin düelloya 21 kez çıktı ve eşi Natalya Gonçarova hakkında sosyetede çıkan dedikodulardan sonra kendisinin ve ailesinin itibarını korumak amacıyla yaptığı düelloda hayatını kaybetti.

Kitaptan iki alıntı:

“Puşkin için düello ve ölüm, trajediden daha çok bir dram, tek bir oyuncu için oynanan bir tiyatroydu. Puşkin bu tiyatroda hem yazar, hem yönetmen hem de oyunun baş kahramanıydı…”

“Düello, kişiliğin ezilmesine karşı bir protestodur; onurun insan yaşamından daha değerli olduğunu, yani insan onurunun varlığını, bir despotun buna hükmedemeyeceğini kanıtlama çabasıdır. İnsan onurunu korumaya yönelik yasaların bulunmadığı o çağlarda düello, haysiyetli insanlar için kendisinin, ailesinin ve yakınlarının onurunu korumada biricik yol sayılırdı…”

  • Künye: Kanşaubiy Miziev – Edebiyat ve Düello, Ayrıntı Yayınları, inceleme, 192 sayfa, 2024

Pierre Hadot – Yaşam İçin Felsefe (2024)

Bizi dönüştürüp değiştiren kitaplar vardır.

İster Marcus Aurelius ve Plotinus’u, ister Stoacılığı ve mistisizmi ele alsın, Pierre Hadot’nun tüm eserleri için geçerlidir bu durum.

Elinizdeki eser, çalışmaları pek çok düşünürü besleyen, onlarda hayranlık uyandıran bir akademisyenin yanı sıra derin, alçakgönüllü, kararlarında ciddi, bazen ironik, asla tumturaklı olmayan bir düşünür olan Pierre Hadot’yu yakından tanıma fırsatı sunuyor.

Hadot’un düşünceleri, kadim bilgeliğin nasıl okunup yorumlanacağını, kadimlerin felsefelerinin ve özellikle Marcus Aurelius’un düşüncesinin daha iyi yaşama nasıl bir imkân sunacağını gözler önüne seriyor.

Felsefenin teorik veya sistematik yönünün sıklıkla maskelediği bilgeliğin, bir tür yaşama tarzıyla veya yaşam seçimiyle olanaklı olduğunu öne süren Hadot’ya göre “yaşamımız kelimenin en güçlü anlamıyla tamamlanmamıştır… Yaşamıyoruz, yaşamayı umuyoruz, yaşamayı bekliyoruz.”

Felsefenin entelektüel bir uğraş olmanın ötesinde bir yaşam tarzı olarak nasıl benimsenebileceğini gösterdiği bu röportajında Hadot, bir yandan Antik Yunan’dan Ortaçağa ve oradan da modern döneme kadar felsefi düşüncenin evrimini anlamamıza yardımcı olurken, öte yandan filozofların günlük yaşamlarında felsefi ilkeleri nasıl uyguladıklarını detaylı bir şekilde inceliyor.

Bu eser, günümüzde bilgeliğin ya da erdemli yaşamın izini sürmesi bakımından ilham verici bir rehber niteliğindedir.

  • Künye: Pierre Hadot – Yaşam İçin Felsefe, çeviren: Kağan Kahveci, Ayrıntı Yayınları, felsefe, 208 sayfa, 2024

William I. Robinson – Küresel Kapitalizm ve İnsanlığın Krizi (2024)

Eşitsizlikler gün geçtikçe artarken, insanlar da “gözden çıkarılabilir” hale gelmeye başladı.

Bugünlerde hükümetler, orantısız polis şiddeti ile nüfusun bir kısmını sistematik olarak toplumdan dışlıyor.

William I. Robinson, bu kontrolden çıkmış sistemin doğasını ve dinamiklerini ele alırken mücadele etmek için toplumsal bir hareket oluşturmanın gerekliliğinin aciliyetini vurguluyor.

Küresel polis devleti; toplu tutuklamalar, polis şiddeti, ABD tarafından yönetilen savaşlar, göçmenlere ve mültecilere zulüm ve çevre aktivistlerinin baskılanması gibi birçok kontrol yöntemine başvuruyor.

Bu artan militarizasyona, gözetime ve toplumdan “öteki” kavramının temizlenmesine karşı çıkmak üzere toplumsal hareketler yükselişte.

Ancak bunların birçoğu, sorunun kaynağı olan küresel kapitalizmi ele almak yerine sadece toplumsal adalet kavramına değinmekle kalıyor.

Robinson, kapitalizmin ne denli baskılayıcı bir sistem haline geldiğini ortaya koyan dikkat çekici verileri kullanarak; ortaya çıkmakta olan megakentlerin, dışlananların ve ezilenlerin polis devletleriyle yüzleştiği bir savaş alanı haline geldiğini savunuyor.

Karl Marx, fiziksel ihtiyaçlarımızın karşılandığı ve insani ihtiyaçlarımızın ise konuşulabildiği bir dünya hayal ediyordu.

Bu gerçekçi bir ihtimal ya da belki de gözlerimizin önünde şekillenen bir alternatif artık.

William Robinson’ın da ortaya koyduğu gibi: dar bir bakış açısıyla yönetilen “insan yönünden bol” kentimiz, kendi başına hayatta kalmak üzere terk edildi.

Seçim bizlerin elinde.

Bundan daha zorlayıcı bir durum olamazdı.

  • Künye: William I. Robinson – Küresel Kapitalizm ve İnsanlığın Krizi, çeviren: Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yayınları, siyaset, 384 sayfa, 2024

Kolektif – O da Kızını Öptü ve Gitti (2024)

Eşi Savcı Doğan Öz’ü bir suikast ile kaybeden öğretmen, avukat ve hâkim Sezen Öz’ün insanı nefessiz bırakan adalet mücadelesinin peşine düşüyoruz bu kitapta.

Sakin bir ruha sahip olan ve çağrılmadığı yere gitmeyen bir kadının ülkenin tüm meydanlarına ulaşacak bir adalet çığlığı yaratması alıştığımız düşünme biçimleriyle algılanamayabilir belki.

Davaları büyük çağrılar, yüksek bir ses tonu ve öfkeli bir erkek performansına yakıştırmakta acele ederiz genellikle.

Oysa Sezen Öz, bütün o büyük davalara, adil bir dünya özlemine, hak mücadelesine, demokratik ve sosyal bir cumhuriyete hep munis bir öfke, barışçı bir mücadele duygusu, sükûnet içinde bir ataklık, gürültüsüz bir kararlılık ve ısrar kazandırmış bir öncüdür.

Bir kaybın yasını tutmaktan, bir cinayetin peşine düşmeye, bir yargıya, bir düzene; bir toplum ve ülkeye uzanan davasının, onun hayatında, yorgun bir kayıtsızlıkla tamamlanmaması bu ülkede umudun kendine anlaşılması zor mucizeler yarattığını da göstermektedir bir yandan.

Kendini açmaktaki, derdini söylemekteki ısrarı içinde bir türlü dinmeyen bir yangının huzursuzluğunu teskin etmek değil aslında.

İçinde adalete dair hesabı görülmemiş bir davanın ancak bütün bir toplumla paylaşıldığında azalacağını da biliyor elbette.

Bir cinayetle beraber yola çıkan adalet arayışı artık hukuk ve yargı ile de hesaplaşmaya dönüşmüş, davasının içinde her türlü şiddeti barındırmaya alışmış bir ülkeyle; bugünün bütün siyasetçi, iş insanı görünümlü dünyası ile hesaplaşmaya kadar uzandığını görecek kadar farkında her şeyin.

Nitekim onun davası çoktan bir cinayeti aşmış ve bugünün güçlerine uzanmış durumdadır.

Kitabın ilk bölümü Sezen Öz’le yapılan bir mülakata dayanıyor, ikinci bölüm, Orhan Gazi Ertekin’in yazıları ile Orhan Tüleylioğlu’nun bir yazısının yer aldığı değerlendirmelerden oluşuyor.

Kitaba tanıklıklarıyla katkıda bulunan isimler ise şöyle: Türkan Elçi, Fethiye Çetin, Eren Aysan, Bengi Heval Öz.

  • Künye: Kolektif – O da Kızını Öptü ve Gitti: Türkiye’nin Cinayet Endüstrisi, hazırlayan: Orhan Gazi Ertekin, Ayrıntı Yayınları, siyaset, 256 sayfa, 2024