E. E. Evans-Pritchard – Azandelerde Cadılık, Kehanetler ve Büyü (2024)

Evans-Pritchard’ın bu kitabı, sosyal antropolojinin klasiklerinden biridir.

Kitap, Afrika’nın Azande halkının büyü, kahinlik ve sihir inanç sistemlerini derinlemesine inceleyerek, bu inançların günlük yaşamları üzerindeki etkilerini ve toplumsal işlevlerini ortaya koyuyor.

Azande halkı için büyü, doğal olayların ve olumsuzlukların ana nedenidir.

Büyü, bir kişinin başka bir kişiye zarar vermek için kullandığı gizli bir güç olarak görülür.

Büyücülük, kalıtsal bir özellik olarak kabul edilir ve toplum içindeki çatışmaları açıklamak için kullanılır.

Azande’lerde kahinler, büyücülüğü tespit etmek ve suçluları belirlemek için kullanılan önemli bir araçtır.

Kahinler, özel ritüeller ve nesneler kullanarak geleceği görme ve gizli bilgileri ortaya çıkarma yeteneğine sahip olduklarına inanılır.

Azande’lerde sihir, büyücülüğe karşı korunmak ve istenmeyen olayları önlemek için kullanılan bir araçtır.

Sihirli ritüeller ve nesneler, büyücülüğün kötü etkilerini bertaraf etmek amacıyla kullanılır.

Evans-Pritchard, bu inanç sistemlerinin Azande toplumunda önemli bir sosyal işlev gördüğünü savunur.

Büyü inancı, insanların yaşadıkları olumsuzlukları anlamlandırmalarına ve toplumsal uyumu sağlamalarına yardımcı olur.

Kahinlik ise toplumsal çatışmaları çözmek ve suçluları belirlemek için bir mekanizma sunar.

Evans-Pritchard, bu çalışmasıyla sosyal antropolojideki bilimsel yöntemlerin gelişmesine önemli katkılar sağladı.

Azande toplumunu objektif bir şekilde inceleyerek, büyü ve sihir gibi konuların kültürel bir bağlamda nasıl anlaşılması gerektiğini gösterdi.

Kitap, farklı kültürlerin farklı inanç sistemlerine sahip olabileceği ve bu inanç sistemlerinin o kültürün üyeleri için anlam taşıdığı fikrini destekliyor.

Evans-Pritchard’ın bu çalışması, büyü ve sihir üzerine yapılan sonraki çalışmalara ilham kaynağı oldu.

Evans-Pritchard’ın kitabı, sosyal antropolojide büyü ve sihir üzerine yapılan en önemli çalışmalardan biridir.

  • Künye: E. E. Evans-Pritchard – Azandelerde Cadılık, Kehanetler ve Büyü, çeviren: Çağlar Enneli, Nota Bene Yayınları, antropoloji, 352 sayfa, 2024

 

Mehmet Süreyya Karakurt – Türkiye’de Sağ ve Solun Oluşumu ve 1975-80 “Sivil” İç Savaşı (2024)

Türkiye’de sağ ve sol belirgin olarak 1950’ler sonrasında oluştu.

Bu oluşum süreci aynı zamanda “Soğuk Savaş”ın en etkili sürdüğü yıllara denk geldi.

1980’e kadar sonraki 30 yıl boyunca da ülke siyaseti soğuk savaşın izlerini çok derinden hissetti.

Bu kitap Osmanlı’daki modernleşme ataklarından başlayarak ve esas olarak 1950’ler sonrası sağın ve solun oluşum süreçlerini incelikle ele alıyor.

Aktörlerin ideolojik politik gelişim evrelerini, ayrışmaları, yeniden biçimlenişleri analiz ediyor.

Bu ilk oluşumların zirve noktası 1975-80 dönemidir.

Bu dönem bugüne kadarki gelişmeleri çok derinden etkilemesine rağmen daima gölgede bırakılan bir dönem oldu.

1975-1980 arası, toplumun her kesimini, coğrafyanın her köşesini kapsayan yaygın çatışma ortamı ile Türkiye için özel bir dönemdir.

Bu çatışmalar son derece etkili sonuçlar da yaratmış, sağ cenahın muharip aktörünü dünyanın en güçlü, en kitlesel faşist hareketlerinden biri haline getirirken, sol cenahta da son derece kitlesel bir radikal silahlı sol hareket ortaya çıkarmıştır.

Bu çatışma ortamının sonu ise, Türkiye’nin siyasi hayatını kökten değiştiren, etkisi bugün bile derin şekilde hissedilen bir askeri darbe ile geldi.

Askeri darbenin etkileri öyle etkili oldu ki bütün dikkatler oraya odaklandı, onu ortaya çıkaran ortamın kendisi ikinci plana düştü.

Bugün bile bu olayların ne olduğu, neyin ürünü olarak ortaya çıktığı, nasıl bir gelişim seyri izlediği vb. konusunda bir iki istisna dışında bir anlatım bulunmuyor.

Olayların değerlendirmesi konusunda da fikirler birbirinden radikal şekilde ayrışıyor.

Kimileri bu olayları anarşi ve terör olarak görmeye meyilli iken, kimilerine göre bunlar sağ-sol çatışmasıydı.

Kimilerine göre ise o dönemde Türkiye’de bir iç savaş yaşandı.

Bu kitap bu yıllarda Türkiye’de bir iç savaş yaşandığı tezini gerekçelendirmeye, aktörleri, nedenleri ve dinamikleri ile sürecin genel bir resmini çizmeye çalışıyor.

Fakat bu iç savaşın, alışılmış örneklerin dışında “sivil” bir karakter taşıdığını ileri sürüyor ve bütün bunların gerisinde de iç politikanın soğuk savaşlaştırılmasının yattığını göstermeye çalışıyor.

  • Künye: Mehmet Süreyya Karakurt – Türkiye’de Sağ ve Solun Oluşumu ve 1975-80 “Sivil” İç Savaşı, Nota Bene Yayınları, siyaset, 486 sayfa, 2024

Kıvanç Eliaçık – Orta Doğu’da İşçiler ve Sendikal Hareket (2024)

Yaklaşık 150 yıllık bir zaman dilimini ve iki kıtaya yayılan geniş bir coğrafyayı anlatan bu kitap Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki işçilerin ve sendikal hareketin durumunu inceliyor.

Bölgenin tarihini jeopolitik gelişmeler, savaşlar, siyasetçiler, anayasalar veya uluslararası anlaşmalar üzerinden okumuş olabilirsiniz.

Bu kez, Arap Dünyası’nı grevler, iş kanunları, sendika liderleri veya sıradan işçilerin deneyimleri üzerinden anlatan bir kitapla karşı karşıyasınız.

Türkiye ve Arap Dünyası arasındaki tarihi, kültürel, siyasi ve ekonomik bağlar sürekli konuşulsa da bölgedeki işçi hareketleri hakkında bilgi oldukça sınırlıdır.

Kitabın amacı bu konudaki şaşırtıcı benzerlikleri aktarmak ve ilham veriyor.

Kitaptan bir alıntı:

“Tunus’ta sendikalar ülkenin bağımsızlığında ve demokratikleşmesinde kilit bir rol oynadılar. Böylece Nobel Barış Ödülü’nü kazandılar. Mısır’da devlet kontrolündeki sendikaların gücüne rağmen bağımsız sendikaların grevleri Arap Baharı’nın habercisi oldu. Filistin’de sendikalar önce İngiliz Mandasına sonra İsrail’e karşı verilen ulusal mücadelenin önemli bir aktörü oldular. Lübnan sendikaları, farklı mezhep ve etnik kökenlerden işçileri bir araya getirerek ülkede önemli bir istisna oluşturdu. Sendikaların tarihsel konumu Suriye Savaşı’nı ve bölgenin geleceğini anlamak için önemli ipuçları vermektedir. Cezayir’de demokratikleşme ve laiklik tartışmalarını, Irak’ta işgalleri ve yeniden inşa süreçlerini, Körfez sermayesinin dönüşümünü veya mültecilerin koşullarını yorumlayabilmek için sendikaları ve işçi hareketlerini anlamak gerekir.”

  • Künye: Kıvanç Eliaçık – Orta Doğu’da İşçiler ve Sendikal Hareket, Nota Bene Yayınları, siyaset, 200 sayfa, 2024

Roberto Esposito – Communitas (2024)

Çağdaş siyaset felsefesinin kurucu isimlerinden Roberto Esposito bu eserinde topluluk kavramının ayrıntılı bir soy kütüğüne girişiyor.

Hobbes, Rousseau, Kant gibi modernliğin temellerini oluşturan isimlerin eserlerinde derinlere dalan ve yeni bir topluluk anlayışının ana hatlarını Heidegger ve Bataille’ın kavramsal analizleriyle çizmeye koyulan Esposito aynı zamanda liberal bireyciliğin geniş çaplı bir eleştirisini sunuyor.

Zira topluluğu felç eden, onun biçimini bozup rayından çıkaran bu bireyciliğin bizzat kendisi.

Bugün kan kaybeden, can çekişen ve hatta ölmekte olan topluluk düşüncesini yeniden canlandırmak için onu karşılıklı bir armağan etme ve sorumluluk ilişkisi olarak düşünerek etik ve politik bir dayanışma zeminine yeniden oturtmak gerekiyor.

Communitas bu doğrultuda ilerleyen, bireyciliği zayıflatırken ortaklığı güçlendirip çoğaltmaya yönelen kuvvetli bir felsefi çaba, kudretli bir kuramsal girişim…

  • Künye: Roberto Esposito – Communitas: Topluluğun Kökeni ve Kaderi, çeviren: Onur Kartal, Nota Bene Yayınları, felsefe, 208 sayfa, 2024

Dan McQuillan – Yapay Zekâya Direnmek (2024)

Her ne kadar doğuşu 2. Dünya Savaşı yıllarına uzansa da, yapay zekânın gündelik hayatımıza girişi yeni yeni başlıyor.

Bunun sonuçlarının ne ve nasıl olacağına dair tartışmalar da hızla gündemi kaplamaya başladı.

Bu durum bazı yönleriyle 1990’lı yılların başlarında bilgisayarın gündelik hayata girişine benzer boyutlar taşıyor.

Üretimin esnekleştirilmesi ve hızlandırılması, toplumun sosyolojik olarak değişimi, işçi sınıfının iç bileşiminin değişimi, finansallaşmanın gündelik hayatımıza dâhil olması, bilginin metalaştırılması gibi çok önemli değişimler ve tartışmalar bu teknolojik atakla birlikte o yıllarda gündemi işgal etmişti.

Yaklaşık 30-35 yıl sonra, şimdi de yapay zekâ benzer şiddette bir dizi değişim ve tartışmayı beraberinde getirecek gibi duruyor.

Yakın zamanda yapay zekânın işlevleri, onunla neler yapılabileceği ve ortaya çıkabilecek “olumlu” değişikliklere dair bir dizi kaynak yayımlandı, sosyal mecralarda çeşitli görüşler yer aldı.

Ancak yapay zekânın eleştirel bir gözle bütünsel bir değerlendirmeye tabi tutulduğu çok az çalışma mevcut.

Dan McQuillan, ‘Yapay Zekâya Direnmek’ ile tam da bunu yapmaya çalışıyor.

Yazar, bununla da yetinmeyerek yapay zekânın olumsuz yönlerinin tarihsel izlerini sürüyor ve faşizmden aldığı miraslarla başa çıkabilmek için neler yapılabileceğine ilişkin bir bakış açısı üretmeye girişiyor.

Artık yapay zekâ her yerde var olacak.

Fakat bununla birlikte yapay zekâ topluma düzeltilemeyecek şekilde zarar verme potansiyelini de barındırıyor.

Yapay zekâ, mevcut krizlerimizi ele almaya yardımcı olmak yerine, insanların yaşam şanslarını sınırlayan bölünmelere neden olabiliyor ve hatta toplumsal sorunlara faşizan çözümler önerebiliyor.

Bu kitap, yapay zekânın derin öğrenme teknolojisinin ve siyasi etkilerinin bir analizini sunuyor ve küresel kemer sıkma politikalarından aşırı sağın yükselişine kadar çağdaş siyasi ve toplumsal akımlarla nasıl yankılandığının izini sürüyor.

Dan McQuillan, bu eserinde önemli bir çağrı dile getiriyor.

Yazar, bildiğimiz hâliyle yapay zekâya direnmemiz ve algoritmik optimizasyon yerine ortak faydaya öncelik vererek onu yeniden yapılandırmamız gerektiğini yüksek sesle vurguluyor.

  • Künye: Dan McQuillan – Yapay Zekâya Direnmek: Antifaşist Bir Yaklaşım, çeviren: Diyar Saraçoğlu, Nota Bene Yayınları, siyaset, 200 sayfa, 2024

David J. Lorenzo – Dünyanın Sonundaki Kentler (2024)

‘Dünyanın Sonundaki Kentler’, bugünün kaotik dünyasında yeniden revaçta olan distopya, distopik bilim kurgu gibi türler ile bunlardan uzak durmaya çalışan geniş kitlelere hitap eden ütopyacı edebiyatı kıyaslamalı biçimde ele alıyor.

Dünyanın kaotik dönemlerindeki toplumsal karamsarlık, distopyaların yaygın okunmasına neden olur.

Buna karşın, böylesi atmosferlerden çıkış için siyaset anlayışımızı yeniden düşünme ihtiyacı göz önüne alındığında, başlı başına ütopya okumak için bir sebep ileri sürülebilir.

Kısacası, bunlardan biri, diğeri olmaksızın düşünülmemelidir.

More’un ‘Ütopya’sı, Zamyatin’in ‘Tek Devlet’ini ortaya çıkarabilir.

Bellamy’nin yaratımı bizi Neville’in tasvir ettiği gayrimedeni koşullara götürebilir.

Dolayısıyla ne ütopyalar sadece uzak ve mükemmel toplumlara ilişkindir ne de distopyalar sırf gelecekteki cehennem çukurlarına.

Bu kitapta yazarın amacı okuyucuları bu sorular hakkında yeniden düşünmeye teşvik etmek.

Nerede durduğumuzun, hangi varsayımlara sahip olduğumuzun, hangi analizleri kabul ettiğimizin, en çok neden korktuğumuzun ve en çok neyi arzuladığımızın farkında olmak…

Çünkü bu farkındalık içinden geçmekte olduğumuz türden kaotik bir dünyada sahip olunacak çok değerli bir bilgidir.

Kitap çeşitli yönleriyle ütopyaları ve distopyaları ele alan diğer çalışmalardan farklılaşan özgül niteliklere sahip.

Bu eserleri siyasi literatür çatısı altında analiz eder; yani bunları siyasi felsefenin örnekleri olarak tartışır.

Her eserin böyle bir yaklaşımla mümkün olandan çok daha fazla tartışılmasını sağlar.

Çalışma, eserlerin bir seçkisi olmadığı gibi, onlardan uzun pasajlar da içermiyor.

Her eserin mesajını çözmeye uğraşmak için yola çıkıyor.

Bunu yaparken, çok çeşitli bağlamlarda yazılmış ve ortaya konulmuş eserleri kapsıyor, çok farklı mesajlar içeriyor ve apayrı felsefeleri ortaya çıkarıyor; hem ünlü hem daha az bilinen eserlere değiniyor.

Ayrı bölümlerde yer verilmiş ve bağımsız olsalar da bu eserlerin tartışmasının çiftler halinde okunması amaçlanıyor: ‘Pines Adası’ ile ‘Ütopya’, ‘Hiçbir Yerden Haberler’ ile ‘Geriye Bakış’ ve ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ ile ‘Biz’.

  • Künye: David J. Lorenzo – Dünyanın Sonundaki Kentler: Güncel Sorunlar Karşısında Distopya ve Ütopyalar, çeviren: Nahit Bingöl, Nota Bene Yayınları, inceleme, 264 sayfa, 2024

Hazal Yalın – 1939 (2023)

29-30 Eylül 1938’de yapılan Münih Konferansı’ndan itibaren her şey savaşın kaçınılmazlığını gösteriyordu.

Britanya’nın faşist Almanya’yı “yatıştırma” siyaseti gerçekte istedikleri her şeyi verip canavarı Sovyetler Birliği’nin üzerine salma projesiydi.

Dünya felakete doğru koşarak giderken siyasi sorumluluk esas itibariyle bu iki ülkenin omuzlarındaydı; Britanya hükümetinin kuyruğuna takılı Fransa ve savaşa giden yolu adeta kolaylaştırmak için çabalayan Polonya da onlara katılıyordu.

Herkes tehlikenin farkındaydı ve herkes pozisyon alıyordu; Orta Avrupa’nın askeri olarak da en güçlü ülkelerinden olan Çekoslovakya, Britanya ve Fransa’nın kışkırtması ve onayıyla Nazi çizmeleri altında ezilirken Romanya ve Macaristan doğrudan doğruya faşist saflara hicret etmişti, Yugoslavya ve Yunanistan iç savaşa koşuyordu, Bulgaristan toprak kazanma peşindeydi, Baltık ülkeleri Kızıl Ordu tarafından işgalin eşiğindeydi.

Türkiye, daha İstiklal Savaşı günlerinden beri Sovyetler Birliği’nin yakın dostuydu ve görünürde öyle kalmaya kararlıydı.

Atatürk’ün ölümünün ardından iç siyasetteki dalgalanma henüz dış siyasete tam anlamıyla yansımamıştı.

Avrupa başkentlerinden Moskova’ya kadar herkes Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nin müttefiki olarak kalacağına emin görünüyordu, ancak Ankara, kaçınılmaz savaşın kısa süreceği ve muhakkak İngiltere ve Fransa’nın zaferiyle biteceğini düşünüyordu.

Hazal Yalın yeni eserinde savaşın ufukta olduğu 1939 yılında, Avrupa, Sovyetler Birliği ve Türkiye ilişkilerini mercek altına alıyor.

Dünya savaşa giderken Türkiye’nin ve diğer hükümetlerin siyasi manevralarını tüm ayrıntılarıyla gözler önüne sererek dönemin atmosferini ve aktörlerin siyasi tutumlarını nesnel bir yaklaşımla değerlendiriyor.

‘1939: Avrupa, Sovyetler Birliği, Türkiye’, hem bir devam kitabı hem de önemli yeni tezler içeriyor.

Yazarın ‘1945: Türkiye-SSCB İlişkileri’ adlı kitabı, savaşın son dönemine ait belgeler ışığında, Türkiye’nin bağımsızlıkçı siyasetten vazgeçerek sonunda NATO üyeliğine varan sürecin Batı’nın zoruyla değil, aksine Türkiye’nin isteğiyle gerçekleştiğini ortaya koyuyordu.

‘1939: Avrupa, Sovyetler Birliği, Türkiye’ ise bu sürecin tetiklendiği tarihi kesiti inceliyor ve temel tezi belgelere dayanarak formüle ediliyor: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve tek eksen kayması aslında savaş öncesinde, daha 1939’da gerçekleşmiştir.

Kitapta 1939 yılına ilişkin çok sayıda Sovyet belgesinden başka Türkiye ve İngiltere belgeleri de ele alınıyor.

Eser, kapsamlı tarih anlatısından ve ortaya koyduğu tezlerden başka ek bölümdeki belgelerle de tarihçiler ve siyaset bilimciler için olduğu gibi tarih okuru için de ilgiyle okunacak bir kitap olma özelliği taşıyor.

  • Künye: Hazal Yalın – 1939: Avrupa, Sovyetler Birliği, Türkiye, Nota Bene Yayınları, siyaset, 720 sayfa, 2023

Mehmet Süreyya Karakurt – Devrimci Yol Hareketi (2023)

Devrimci Yol’la ilgili pek çok anı, nehir söyleşi, kasaba/kent//bölgesel sözlü tarih anlatıları yayımlandı.

Fakat hiçbiri, hareketin bütününü kapsayan bir analitik değerlendirme yapmaya girişmedi.

Belki nedeni, bütünün yeterince görülebilir olmamasıydı.

Ancak yıllar içinde oluşan külliyatla bütünsel tablonun önemli bir kısmı aydınlanmaya başladı.

Bu kitap tam da böyle bir dönemde, mevcut külliyatı da değerlendirerek, ilk defa hareketin bütünsel bir fotoğrafını çekme denemesine girişen bir çalışma.

Sadece fotoğraf çekmekle de kalmıyor, hareketin ideolojik ve fiziki varlığını masaya yatırıyor ve adeta bir otopsi yaparcasına neşteri her uzva atıyor.

Hareketin ideolojik çizgisi ve kritik kavramları; 1975-77 gençlik hareketi döneminde Ankara/İstanbul eksenlerinde Dev-Sol ayrılığına dek gidecek tarz farklılığı; sonraki halk hareketi döneminde Ankara, Fatsa, Artvin, Yeni Çeltek, Malatya/Elazığ, Adana ve Ege bölgeleri karşılaştırmalı olarak ele alınıyor.

Ardından Demokrat gazetesinden, hareketin kadro yapısına, askerî örgütlenmeden partileşme sürecine dek merkezî organlar ve süreçler değerlendiriliyor.

Sonuç bölümünde ise yenilginin nedenlerine dair bir sorgulama ile harekete dair bütünsel bir değerlendirmenin ana hatları ortaya konuyor.

Derinlikli bir tartışma açısından ciddi bir referans kitap.

  • Künye: Mehmet Süreyya Karakurt – Devrimci Yol Hareketi, Nota Bene Yayınları, siyaset, 576 sayfa, 2023

Umut Şahverdi – Kemalizmden İslamcılığa (2023)

Bu kitap, Türkiye’de devlet ideolojisinin 1923’ten günümüze uzanan değişimini ve Kemalizmden İslamcılığa doğru dönüşümünü ele alıyor.

Bunu da literatüre iki özgün katkı ile gerçekleştiriyor.

Birincisi, yazar Umut Şahverdi Türkçe okuru ülkemizde pek tanınmayan ancak devlet ve sistem kuramları konusunda son derece özgün teorik açılımlar yapan Alman düşünür Niklas Luhman’ın “sistem teorisi” ile tanıştırıyor.

Eserinde de Luhman’ın sistem teorisini Marksist teori ile tartışarak Türkiye’de devlet ideolojisinin dönüşümüne dair bir kuramsal çerçeve oluşturuyor.

İkinci katkıysa, yazarın bu çerçeveyi soyut iddialarla değil, somut kaynaklara dayandırarak ele alışı oluyor.

Bu doğrultuda Milli Eğitim Bakanlığı’nın 1923’ten günümüze eğitim programlarına dair özgün kaynakları değerlendiriliyor.

Yazar, Türkiye’deki ilk ve orta öğretim seviyelerindeki yurttaşlık, din ve tarih eğitiminin içerik, bakış açısı ve odak noktasındaki ideolojik değişimler üzerinden elde edilen bulguları temel alarak iddiasını kanıtlıyor.

Çalışmanın ilk kısmında eğitim, okul, derslik, öğretmen gibi kavramları ve genel eğitim teorilerini tartışan yazar, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi olan Kemalizmin ilkelerini tartıştıktan sonra ikinci kısımda Türk eğitim sistemindeki değişiklikleri izleyebilmek ve tanımlamak için ampirik araştırmaların sonuçlarını paylaşıyor.

Konuyla ilgileri bağlamında özellikle seçilmiş üç ders -yurttaşlık, tarih ve din dersleri- üzerinden hem ders içeriklerindeki değişimleri ve bu derslerin saatleri vs. hakkında ulaşılan istatistikleri, hem de öğretmenlere Talim Terbiye Kurulu tarafından gönderilen yönergeleri inceleyerek ve bunların karşılaştırmalı analizini yaparak elde edilen bulgular, kitabı konuyla ilgili olarak kaynak kitaplardan biri haline getiriyor.

Resmi ideolojinin iki önemli dayanağı olan Kemalist milliyetçilik ve laiklik, ulusçuluktan ümmetçiliğe uzanan dönüşüm süreci ve kadınların giderek azalan oranda ekonomi ve eğitime katılımı konularıyla bağlantılı olarak, kitabın odağında yer alan diğer konular.

Türkiye’de devlet ideolojisinin 1950’lerin başında Kemalizm’den uzaklaşarak geçiş aşamasına girdiğini, bu geçişin devlet ideolojisini tersine çevirecek kadar önemli olmadığını ancak 1980 darbesinin bu dönüşüm aşamasına geçişi ateşlediğini ortaya koyan çalışma, 2002 yılında iktidara gelen AKP döneminde bu dönüşümün geldiği aşamanın da detaylarıyla fotoğrafını çekiyor.

Kitap bu özgünlükleriyle kesinlikle konuyla ilgili temel kaynaklardan birisi olma özelliğini taşıyor ve tüm okurlar, akademisyenler için önemli bir eser haline geliyor.

Özellikle öğretmen, öğretmen adayları ve tabii ki öğrenciler için ise vazgeçilmez bir başvuru kitabı.

  • Künye: Umut Şahverdi – Kemalizmden İslamcılığa: Türkiye’de Devlet İdeolojisinin Dönüşümü, Nota Bene Yayınları, siyaset, 272 sayfa, 2023

Merve Kayaduvar – Şehir Hastaneleri (2023)

Türkiye sağlık alanında piyasalaşma-metalaşma sürecini derinleştiren Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın ikinci fazı olarak nitelendirilen Şehir Hastaneleri Projesi ile sağlık hizmetleri üretim sürecinde radikal değişiklikler ortaya çıktı.

Devasa büyüklüğe ve yüksek yatak sayısına sahip entegre sağlık kampüsleri şeklinde inşa edilen Şehir Hastaneleri, kamu özel ortaklığı modeli çerçevesinde kamu ve yüklenici şirket tarafından birlikte yönetiliyorlar.

Dolayısıyla, şehir hastaneleri ile birlikte sağlık hizmetleri alanında büyük bir yönetsel ve mekânsal dönüşüm gerçekleşti.

Bu çalışma, şehir hastanelerinin sağlık emek sürecinde ortaya çıkardığı etkilerin emek süreci kuramı çerçevesinde bütünlüklü bir çözümlemesini konu alıyor.

Bu bağlamda, yazar şehir hastaneleriyle birlikte sağlık emek sürecinde yeni bir emek rejimi ortaya çıktığını ve bu rejimin Neoliberal Emek Rejiminin bir türü olarak “Abulik Emek Rejimi” olarak tanımlanabileceğini iddia ediyor.

Abuli rahatsızlığı bulunan kişiler “abulik” olarak tanımlanırlar ve bu kişilerin irade ile karar verme, inisiyatif alma ve kullanma, istemli harekette bulunma, iradesini kullanma yetenekleri azalmıştır ya da bu kişiler bu yeteneklerden yoksundur.

Sağlık emek gücü üzerinde abuli hastalığının semptomlarına benzer etkiler yaratan yeni emek rejimi de sağlık çalışanlarının hizmet üretimi üzerindeki özerklik ve denetimlerinin azalmasına veya ortadan kalkmasına yol açarak sağlık çalışanlarının kendi iradi davranışlarını, inisiyatif kullanma imkanlarını, karar alma ve uygulama yeteneklerini sınırlıyor veya ortadan kaldırıyor.

Şehir hastanelerinde “Abulik Emek Rejimi” altında klinik özerkliğini ve otonomisini kaybeden, inisiyatif kullanamayan ya da kullanmaktan çekinen, irade gösteremeyen çalışanlar, yabancılaştırıcı ve yalnızlaştırıcı etkilere maruz kalıyorlar.

Sağlık hizmeti üretim mekânının fabrikalaştığı, sağlık hizmeti üretiminde tasarımın uygulamadan ayrılması, parça başı ücrete eş değer hizmet başı ödeme sistemi, çalışma temposunun yönetim tarafından belirlenmesi, mutlak artı değeri artırmaya yönelik çalışma saatlerini ve mesai dışı çalışmayı, göreli artı değeri artırmaya yönelik iş yoğunluğunu ve üretkenliği artırmaya dönük uygulamalar, yoğun emek denetimi, artan yönetim baskısı gibi Taylorist yönetim ilkelerinin yaygınlaştırıldığı bu süreçte sağlık çalışanları da üretim bandında çalışan işçilere dönüşüyorlar.

Başka bir ifade ile, şehir hastaneleri sağlık çalışanlarının tekelci kapitalizm sürecinde fabrikada Taylorizm’le birlikte işçileşmesi sürecine benziyor. Taylorizm’in hedefi, işyerini bir işçinin gerek duyduğu tek niteliğin itaat olduğu bir tarzda yapılandırmaktır.

İşçinin üretim bandı üzerinde yaptığı en temel hareketlere kadar tüm aktiviteleri işçiye dikte edilir ve denetlenir.

Yaratıcılık, inisiyatif, yenilikçilik gibi diğer bütün insani nitelikler işçinin elinden alınır.

Yazarın sağlık emek sürecinde “Modern Zamanlar” olarak nitelendirdiği şehir hastanelerinde de çalışanlardan beklenen itaatkâr zihin ve bedendir.

Abulik emek rejiminin düşünmeden işleyen mekanik aygıtlara dönüştürmeye çalıştığı sağlık çalışanları, her geçen gün kendi emeğine, emek sürecine, kendi türüne ve kendisine yabancılaşmaktadır.

Bu çalışma, şehir hastanelerinin yeni bir sağlık hizmeti üretim mekânı ve çalışma örgütlenmesi olarak sağlık emek sürecinde yaşanan klinik otonomi ve inisiyatif kaybı, denetimin ve gözetimin yoğunlaşması, sağlık çalışanları arasında rekabetin teşvik edilmesi ve mesleki dayanışmanın ve kolektif mücadelenin azalması gibi süreçleri nasıl derinleştirdiğini ve bu süreçlere bağlı olarak ortaya çıkan vasıfsızlaşma, proleterleşme ve yabancılaşma gibi olguların şiddetini artırarak nasıl yeni bir emek rejiminin ortaya çıkardığını alan araştırması bulgularından yola çıkarak ortaya koyuyor.

  • Künye: Merve Kayaduvar – Sağlık Emek Sürecinde “Modern Zamanlar”: Şehir Hastaneleri, Nota Bene Yayınları, sağlık, 326 sayfa, 2023