Olivier Bouquet – Osmanlı İmparatorluğu (2025)

Olivier Bouquet bu çalışmasında, Osmanlı Devleti’nin sıradan bir beylikten altı yüzyıl ayakta kalan bir imparatorluğa nasıl dönüştüğünü tartışıyor. Kuruluşu bir kader anlatısı olarak değil, somut siyasal tercihler, esnek ittifaklar ve pragmatik kurumlar üzerinden okuyor. Osmanlı’nın hızla genişlemesini sağlayan şeyin yalnızca askeri güç değil, hukuku, toprağı ve nüfusu birlikte düşünmeyi bilen bir yönetim aklı olduğunu söylüyor.

‘Osmanlı İmparatorluğu: Nasıl Kuruldu, Nasıl Yönetti, Nasıl Yıkıldı?’ (‘Pourquoi l’Empire Ottoman?: Six siècles d’histoire’), Osmanlı’nın nasıl yönettiği sorusunu merkeze alıyor. Merkez ile taşra arasındaki denge, tımar sistemi, vergi rejimi, ordunun örgütlenmesi ve nüfusun kayda geçirilmesi ayrıntılı biçimde ele alınıyor. Bouquet, imparatorluğun farklı dinleri ve toplulukları tek bir kalıba sokmadığını, aksine farklılıkları yöneten bir idare mantığı kurduğunu vurguluyor. Bu sistem, esneklik sayesinde uzun süre işliyor ve meşruiyet üretiyor.

Son bölümde yıkılış kaçınılmaz bir çöküş olarak değil, değişen dünya koşullarına verilen gecikmiş ve çelişkili tepkilerin sonucu olarak yorumlanıyor. Osmanlı, modern devletlerle rekabet etmeye çalışırken kendi kurumsal dengesini zorluyor. Bouquet’nin sentezi, Osmanlı tarihini romantize etmiyor ama indirgemiyor da. İmparatorluğun nasıl kurulduğunu, nasıl yönettiğini ve neden çözüldüğünü birlikte düşünmeye çağırıyor ve alanında neden temel bir eser olduğunu gösteriyor.

Yazarın arşivlere dayanan yaklaşımı, haritalarla desteklenen anlatımı ve erken dönemlere verdiği ağırlık, Osmanlı’yı donmuş bir model olarak değil, sürekli uyum sağlayan bir siyasal organizma olarak kavratıyor. Bu yönüyle kitap, Osmanlı tarihine yalnızca ne oldu sorusuyla değil, neden böyle oldu sorusuyla yaklaşan okurlar için kalıcı bir düşünme çerçevesi sunuyor.

  • Künye: Olivier Bouquet – Osmanlı İmparatorluğu: Nasıl Kuruldu, Nasıl Yönetti, Nasıl Yıkıldı?, çeviren: İsmet Birkan, İletişim Yayınları, tarih, 415 sayfa, 2025

Stephen Eric Bronner – Modernizm Barikatlarda (2025)

Stephen Eric Bronner bu kitabında modernizmi yalnızca estetik bir kopuş olarak değil, siyasal çatışmaların ortasında şekillenen tarihsel bir mücadele alanı olarak ele alıyor. Sanatın kilise ve aristokrasi vesayetinden kurtulmasıyla kamusal alana çıkması, sanatçıyı kaçınılmaz biçimde siyasetin öznesi yaptı. Fransız Devrimi’nden 1848 ayaklanmalarına uzanan süreçte ortaya çıkan devrimci sanatçı figürü, estetiğin kendi içindeki politik boyutunu görünür kıldı ve modernizmin kökenlerini bu gerilimli zemine yerleştirdi.

Bronner, estetik modernizmin 19. yüzyıl sonlarında modernliğin krizine verilen bir yanıt olarak geliştiğini savunuyor. Avangard sanat hareketleri, dünyayı dönüştürme iddiasıyla ütopyacı bir kültürel politika kuruyor. Sanatın özerkliğini savunan bu hareketler, aynı anda hem radikal özgürlük vaadi taşıyor hem de siyasal iktidarla tehlikeli bir yakınlık kurabiliyor. Yazar, modernist sanatçıların devrim, kitle siyaseti ve iktidar karşısındaki çelişkili konumlarını tarihsel örneklerle tartışıyor.

‘Modernizm Barikatlarda: Estetik, Politika, Ütopya’ (‘Modernism at the Barricades’), 1917 Rus Devrimi ve 1930’larda faşizmin yükselişiyle sanat ve siyaset ilişkisinin keskinleştiğini gösteriyor. Modernistler, barikatların farklı taraflarında yer alsalar bile, burjuva konformizmine, kültürel durağanlığa ve otoriterliğe karşı ortak bir düşman algısında buluşuyor. Bronner, bu ortaklığın modernist estetiğin içsel politikasını oluşturduğunu ileri sürüyor.

Kitap, modernist avangardın umutlarını, yanılsamalarını ve kırılmalarını birlikte ele alarak sanatın siyasal alandaki rolünü yeniden düşünmeyi sağlıyor. Kitap, estetiğin tarihle, ideolojiyle ve iktidarla kurduğu bağı anlamak için temel bir referans sunuyor.

  • Künye: Stephen Eric Bronner – Modernizm Barikatlarda: Estetik, Politika, Ütopya, çeviren: Ayşe Boren, İletişim Yayınları, sanat, 280 sayfa, 2025

Oktay Özel – Dün Sancısı (2025)

Oktay Özel bu kitapta, Türkiye’de geçmiş algısının nasıl kurulduğunu, tarihçiliğin siyasal iklimle nasıl kuşatıldığını ve akademik üretimin hangi gerilimler içinde ilerlediğini sorguluyor. Kitap, yalnızca “tarih”e değil, tarihçinin konumuna ve tarihyazımının kendisine de eleştirel bir mesafeden yaklaşıyor ve geçmişle kurulan ilişkinin bugünün ihtiyaçlarıyla nasıl biçimlendiğini görünür kılıyor. Özel, iyimserliğin çözüldüğü ve nostaljinin güç kazandığı bir dönemde tarihçinin yaratıcı rolünün daraltıldığını, buna rağmen eleştirel bir müdahalenin mümkün olduğunu savunuyor.

Metin boyunca Osmanlı tarihçiliğinin dönüşümü, “klasik dönem” anlatısının sorgulanması, Bizans ile kurulan problemli ilişki, arşiv pratikleri, belgeleme takıntısı ve soykırım tartışmaları gibi başlıklar, iç içe geçen temalar halinde ele alınıyor. Akademi ile siyaset arasındaki gerilim, üniversitenin yapısal krizi ve gündemin tarih üretimi üzerindeki baskısı, tarihçiliğin hem bilgi üretme hem de etik sorumluluk taşıma alanı olduğunu ortaya koyuyor.

Özel, bireysel tarihçi portreleri üzerinden mesleğin belleğini kuruyor ve Türkiye’de tarihçiliğin entelektüel seyrini görünür hale getiriyor. Tarihin yalnızca geçmişi anlatmadığını, aynı zamanda bugünün ideolojik çerçevesini şekillendirdiğini vurguluyor ve tarihçinin kendi zamanına karşı da sorumluluk taşıdığını sezdiriyor. Bu yönüyle ‘Dün Sancısı’, tarih yazımını savunan ama onu sürekli sorgulayan eleştirel bir perspektif geliştiriyor.

  • Künye: Oktay Özel – Dün Sancısı: Türkiye’de Geçmiş Algısı ve Akademik Tarihçilik, İletişim Yayınları, tarih, 484 sayfa, 2025

Lev Tolstoy, Sophia Tolstaya – Tolstoy ve Tolstaya (2025)

Andrew Donskov’un derlediği bu çalışma, Lev Tolstoy ile eşi Sophia Tolstaya arasındaki yoğun mektuplaşmayı merkezine alıyor ve bu yazışmalar üzerinden hem bir evliliğin hem de bir edebi dehanın iç dünyasını görünür kılıyor. Mektuplar, sevgi, hayranlık, kırılganlık ve gerilim arasında salınan bir ilişkinin duygusal haritasını çiziyor ve Tolstoy’un ahlaki arayışları ile Tolstaya’nın pratik gerçekliği nasıl uzlaştırmaya çalışıyor olduğunu gösteriyor.

Dosya, yalnızca romantik bir anlatı sunmuyor, aynı zamanda yazarın yaratı süreci, vicdan muhasebesi, mülkiyet karşıtlığı ve dini dönüşümü üzerine düşünsel izlerini de açığa çıkarıyor. Tolstaya’nın sabrı, emeği ve eleştirel sesi, Tolstoy’un manevi radikalizmiyle çatışıyor, bu çatışma aile içi rollerin, fedakarlığın ve üretim ilişkilerinin sorgulanıyor olduğunu ortaya koyuyor.

Mektuplar boyunca iki karakterin psikolojik derinliği, gündelik hayatın yükleriyle ve tarihsel bağlamın baskısıyla iç içe geçiyor, böylece özel olan ile düşünsel olan arasındaki geçirgenlik belirginleşiyor. Kitap, edebiyat ile yaşam arasındaki sınırların sürekli yeniden tanımlanıyor olduğunu hissettiriyor ve okuru, büyük bir yazarın arkasındaki görünmeyen emeği, duygusal emeği ve süreklilik talebini fark etmeye çağırıyor.

‘Tolstoy ve Tolstaya: Mektuplarla Bir Hayatın Portresi’ (‘Tolstoy and Tolstaya: A Portrait of a Life in Letters’), özel hayatın mahremiyeti ile kamusal üretimin gerilimini birlikte ele alıyor ve edebi metnin, ev içi emek ve duygusal dayanıklılık olmadan var olamıyor olduğunu sezdiriyor. Tolstoy’un idealleri ile Tolstaya’nın somut yaşam gerçekliği arasında kuruluyor olan bu ilişki, modern yazarlık mitinin arka planındaki insanî kırılganlığı açığa seriyor ve biyografinin, düşünce tarihine kişisel tanıklıklar üzerinden yeni bir derinlik kazandırıyor. Bu yaklaşım, mektubun hem tarihsel belge hem de etik bir yüzleşme alanı olarak işlev görüyor olduğunu bile düşündürüyor.

  • Künye: Lev  Tolstoy, Sofia Tolstaya – Tolstoy ve Tolstaya: Mektuplarla Bir Hayatın Portresi, derleyen: Andrew Donskov, çeviren: Özge Özdemir, İletişim Yayınları, mektup, 595 sayfa, 2025

Ozan Doğan – Roman Aleviler (2025)

Ozan Doğan, Roman Aleviler adlı eserinde Türkiye’de hem etnik hem inanç temelli çok katmanlı dışlanmaya maruz kalan Roman Alevilerin toplumsal konumunu sosyolojik bir perspektifle çözümlüyor. Yazar, bu topluluğun yalnızca egemen kültür tarafından değil, Alevi alanının içinde de marjinalleştiriliyor oluşunu görünür kılıyor ve bu durumun bireylerde derin bir aidiyet kırılması yarattığını vurguluyor.

Çalışma, Uşak merkezli saha verileri üzerinden Roman Alevilerin gündelik pratiklerini, inanç ritüellerini ve kimlik anlatılarını analiz ediyor. Demirciler, elekçiler, sepetçiler ve abdallar gibi alt gruplar arasındaki farklılaşma, topluluğun iç heterojenliğini açığa çıkarıyor ve aynı zamanda grup içi tahakküm ilişkilerinin nasıl kurulduğunu gösteriyor.

Doğan, katmanlı ötekilik durumunun yalnızca yapısal bir baskı biçimi olmadığını, aynı zamanda öznel direnç stratejileriyle karşılandığını ortaya koyuyor. Umursamama, karşı söylem geliştirme, kolektif örgütlenme ve Cemevlerinde görünürlük kazanma gibi pratikler, Roman Alevilerin var olma mücadelesini somutlaştırıyor.

Yazar, bu topluluğu tanımlayan yaklaşımın sınır çizici değil, anlamaya yönelen bir tutum olması gerektiğini savunuyor ve Roman Alevilerin deneyimini yalnızca mağduriyet diliyle değil, özneleşme süreci üzerinden okumayı öneriyor. Böylece eser, Türkiye’de kimlik, inanç ve toplumsal adalet tartışmalarına eleştirel bir katkı sunuyor, görünmez kılınan hafızayı akademik alana taşıyor ve çoğul Alevi gerçekliğinin kavranmasını derinleştiriyor.

  • Künye: Ozan Doğan – Roman Aleviler, İletişim Yayınları, inceleme, 232 sayfa, 2025

Ruth Scurr – Ölümcül Saflık (2025)

Ruth Scurr bu çalışmasında, Maximilien Robespierre’in kişiliği ile Fransız Devrimi arasındaki karmaşık ilişkiyi tarihsel belgeler ve mektuplar eşliğinde yeniden düşünmeye çağırıyor. Yazar, Robespierre’i sadece katı bir diktatör olarak değil, erdem, halk egemenliği ve ahlaki siyaset arayışı içinde şekillenen tutkulu bir figür olarak resmediyor.

Scurr, Terör Dönemi’nin doğuşunu, devrimci ideallerle gerçekliğin çatıştığı bir eşik olarak ele alıyor ve Robespierre’in devrimi koruma iddiasıyla şiddeti meşrulaştırma sürecini inceliyor. Anlatı, kişisel yalnızlık, hastalık ve artan kuşku atmosferi üzerinden psikolojik bir derinlik kazanıyor.

‘Ölümcül Saflık: Robespierre ve Fransız Devrimi’ (‘Fatal Purity; Robespierre and French Revolution’), Robespierre’in erdemci siyaset anlayışının zamanla dogmatik bir mutlaklığa dönüştüğünü, halk adına konuşma iddiasının ise bireysel vicdanı bastıran bir mekanizmaya evrildiğini gösteriyor. Scurr, biyografi ile siyasi çözümlemeyi iç içe geçirerek devrim mitini sorguluyor ve tarihin insan zaafları eşliğinde biçimlendiğini vurguluyor.

Devrimin ahlaki saflık iddiası ile politik zorunlulukları arasındaki gerilim, anlatının merkezinde duruyor ve Robespierre’in adım adım yalnızlaşan portresi, ideallerle iktidar arasındaki uçurumu görünür kılıyor. Okur, hem bir düşünce adamının trajedisini hem de modern siyasal şiddetin kökenlerini izliyor.

Robespierre’in ne devrimci bir aziz ne de kana susamış bir canavar olarak tarif  eden Scurr’un anlatımı, kronolojik ilerlerken aynı zamanda düşünsel bir çözülmeyi de izliyor ve Robespierre’in ahlak, yurttaşlık ve kamu yararı üzerine geliştirdiği yeterlilik iddialarının nasıl sert bir tavra dönüştüğünü sezdiriyor. Böylece eser, devrimin insan doğasıyla kurduğu sorunlu ilişkiyi açık bir gözle okumaya davet ediyor.

Robespierre’in kaderi, erdem hayali uğruna kurulan siyasal düzenin kendi iç çelişkileriyle çözüldüğünü anlatıyor ve okuru iktidarın ahlaki sınırlarını yeniden düşünmeye yöneltiyor.

  • Künye: Ruth Scurr – Ölümcül Saflık: Robespierre ve Fransız Devrimi, çeviren: Barış C. Yıldırım, İletişim Yayınları, biyografi, 464 sayfa, 2025

Barış Ünlü – Frantz Fanon (2025)

Barış Ünlü’nün bu kitabı, Fanon’un doğumunun yüzüncü yılına bir saygı duruşu niteliği taşıyor. Ancak bu eser, bir biyografi ya da sistematik rehber değil; Fanon düşüncesine yönelen eleştirel, sorgulayıcı ve çok katmanlı bir okuma sunuyor. Ünlü, Fanon’un düşünsel evrenini yalnızca sömürgecilik karşıtı bir söylem olarak değil, modernliğin kendisine yöneltilmiş köklü bir itiraz biçimi olarak ele alıyor. Kitap, düşünürün psikiyatrist kimliği, devrimci pratiği ve felsefi üretimi arasındaki geçişkenliği merkezine alarak, bir düşünce ile bir yaşamın nasıl birbirini dönüştürdüğünü gösteriyor.

Eserin omurgasını, Fanon’un üç yüzü oluşturuyor: düşünür, devrimci ve doktor. Bu üç figür, hem kendi içinde bir bütünlük kuruyor hem de sürekli bir gerilim yaratıyor. Fanon’un kendini ve dünyayı değiştirme arzusu, ölümle yüzleşme ve kalıcılık arayışıyla birleşiyor. Ünlü, bu gerilimi “sömürge insanının varoluşsal kırılması” olarak yorumluyor. Fanon’un siyasal analizleri, aynı zamanda bir özgürleşme psikolojisi sunuyor; şiddetin, direnişin ve yeniden doğuşun anlamını tartışıyor.

Kitabın dikkat çekici yönlerinden biri, “sözleşme düşünürü” ile “sömürge düşünürü” arasındaki farkı kurması. Fanon, Batı’nın “makbul özne”yi merkeze alan sözleşmeci geleneği karşısında, sömürge durumunu insani ve tarihsel bir kırılma olarak ele alıyor. Bu karşılaştırma, Hannah Arendt ve Immanuel Wallerstein’ın Fanon üzerine yorumlarıyla kesişiyor. Ünlü, bu çerçevede Fanon’dan öğrenmenin ve onunla çatışmanın imkânlarını sorguluyor.

‘Frantz Fanon: Sömürge Düşünürü, Sömürge Devrimcisi’, düşüncenin politikayla, tıpla ve etikle kesiştiği yerde duran bir okuma deneyimi sunuyor. Fanon’u yeniden anlamak kadar, onun aracılığıyla çağımızı da yeniden düşünmeye çağırıyor.

  • Künye: Barış Ünlü – Frantz Fanon: Sömürge Düşünürü, Sömürge Devrimcisi, İletişim Yayınları, siyaset, 183 sayfa, 2025

Gabor Maté – Aç Hayaletler Diyarında (2025)

Gabor Maté’nin bu çalışması, bağımlılığı yalnızca kimyasal bir hastalık değil, insanın duygusal acılarına verilmiş bir yanıt olarak ele alıyor. Vancouver’daki yoksul ve madde bağımlısı hastalarla yıllarca çalışan Maté, klinik deneyimlerini nörobilim ve psikolojiyle harmanlayarak bağımlılığın kökenine iniyor. Ona göre bağımlılıklar, çocuklukta yaşanan travmaların, sevgisizlik ve dışlanmanın yetişkinlikte bıraktığı boşluğu doldurma çabasıdır. Beynin ödül sistemi bu duygusal eksikliklerle yeniden şekilleniyor ve kişi, geçici bir rahatlama uğruna kendine zarar veren davranışlara sığınıyor.

Maté, uyuşturucu bağımlılığını merkez alsa da alışveriş, teknoloji, yeme veya başarı hırsı gibi daha “saygın” bağımlılık biçimlerini de aynı mekanizmanın ürünü olarak tanımlıyor. Böylece bağımlılığı, toplumsal yapının dayattığı yalnızlık, rekabet ve bastırılmış duyguların bir sonucu olarak görmemizi sağlıyor. ‘Aç Hayaletler Diyarında: Bağımlılıkla Yakın Temaslar’ (‘In the Realm of Hungry Ghosts: Close Encounters with Addiction’), cezalandırma yerine şefkat temelli bir yaklaşım öneriyor: bağımlıyı suçlamak yerine, onun hikâyesini anlamaya çalışmak.

Maté’nin üslubu hem bilimsel hem derin biçimde insani. Kendi yaşamındaki duygusal boşluklara da değinerek bağımlılığın kişisel boyutunu açık yüreklilikle paylaşıyor. ‘Aç Hayaletler Diyarında’, modern toplumun ruhsal yoksulluğunu gözler önüne seren ve iyileşmenin empatiyle mümkün olabileceğini hatırlatan güçlü bir eser olarak öne çıkıyor.

  • Künye: Gabor Maté – Aç Hayaletler Diyarında: Bağımlılıkla Yakın Temaslar, çeviren: Defne Orhun, İletişim Yayınları, psikoloji, 535 sayfa, 2025

Thomas Robert Malthus – Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme (2025)

Thomas Robert Malthus’un bu eseri, insanlık tarihine damga vurmuş en tartışmalı tezlerden birini ortaya koyuyor. Malthus, nüfusun doğal olarak geometrik, gıda üretiminin ise aritmetik oranda arttığını ileri sürüyor ve bu farkın kaçınılmaz biçimde yoksulluk, açlık ve savaş gibi “doğal dengeleyicilerle” sonuçlandığını iddia ediyor. Ancak bu düşünce, insanı yalnızca biyolojik bir varlık olarak gören, toplumsal eşitsizlikleri doğanın kaçınılmaz sonucuymuş gibi sunan soğuk bir bakış açısı taşıyor. ‘Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme’ (‘An Essay on the Principle of Population’), toplumsal düzeni sorgulamak yerine onu doğallaştırıyor, böylece yoksulluğun sorumluluğunu sistemden çok bireylere yüklüyor.

Malthus, dönemin Aydınlanmacı düşünürleri William Godwin ve Marquis de Condorcet’in insan doğasına ve aklın ilerleme gücüne dair umutlarını “ütopik” buluyor. Oysa kendi yaklaşımı da farklı bir dogmaya dönüşüyor: değişimin mümkün olmadığı, insanın sürekli sınırlarına çarpacağı bir dünya tasarımı. Fakirlere yapılan yardımları nüfusu artıran bir tehlike olarak görmesi, etik açıdan rahatsız edici bir toplumsal darwinizmi andırıyor. Bu düşünce, yoksulların yaşam hakkını bir istatistik problemine indirgerken, mevcut güç ilişkilerini koruyan muhafazakâr bir ideolojiye hizmet ediyor.

Yoksulluğun Tanrı’nın koyduğu bir doğa yasasıyla belirlendiğini, doğal olduğunu iddia eden Malthus’un tezini Karl Marx, “proletaryaya karşı en acımasız savaş ilanı” olarak nitelendirmiş, Charles Darwin ise bu kitabı evrim teorisinin ilham kaynağı olarak göstermiştir. Fakat bugün, Malthus’un öne sürdüğü kaçınılmazlık fikrinin, eşitsizlikleri doğa yasası gibi sunarak eleştiriden kaçan bir ideolojik kılıf olduğu daha açık görülüyor.

  • Künye: Thomas Robert Malthus – Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme: Toplumun Gelecekteki İlerlemesine Etkileri ve Bay Godwin, Marki Condorcet ve Diğer Yazarların Düşünceleri Üzerine Gözlemler, çeviren: Barış Özkul, İletişim Yayınları, siyaset, 176 sayfa, 2025

Yalçın Çakmak – Osmanlı’da Dinden Çıkma (2025)

Yalçın Çakmak’ın ‘Osmanlı’da Dinden Çıkma (İrtidad)’ adlı eseri, Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam’dan ayrılma vakalarına devletin ve din otoritelerinin nasıl yaklaştığını derinlemesine inceliyor. Çakmak, 15. yüzyıldan imparatorluğun sonuna kadar uzanan geniş bir dönemi kapsayarak, mürtedlere yönelik cezaların zamanla nasıl değiştiğini ve bu değişimin arkasındaki siyasi, toplumsal ve dini dinamikleri açıklıyor. Kitap, irtidadın yalnızca bir inanç sorunu değil, aynı zamanda Osmanlı hukuk ve yönetim anlayışını anlamada önemli bir anahtar olduğunu gösteriyor.

Yazar, İslam hukukunda dinden çıkmanın teorik çerçevesini belirleyerek işe başlıyor. Ardından Osmanlı fakihlerinin ve şeyhülislamların fetvalarına başvurarak, irtidadın hukuki statüsünün nasıl yorumlandığını ortaya koyuyor. Bu yaklaşım, hem metinlerin hem de uygulamaların dönemin siyasal atmosferine nasıl bağlı olduğunu gösteriyor. Özellikle 19. yüzyılda ölüm cezasının fiilen uygulanmaktan çıkması, devletin modernleşme süreciyle birlikte dini otoriteyle ilişkisini yeniden tanımladığını ortaya koyuyor.

Çakmak, bu dönüşümü somut örneklerle destekliyor; mahkeme kayıtları, fetvalar ve tarihsel belgeler aracılığıyla mürtedlerin nasıl yargılandığını ve hangi koşullarda affedildiklerini inceliyor. Yazar, tarafsız bir bakış açısını koruyarak ne inançsal bir savunma yapıyor ne de ideolojik bir eleştiriye sapıyor. Onun amacı, Osmanlı’da din-devlet ilişkilerini tarihsel bağlamında anlamak ve irtidad olgusunun hem hukuki hem de toplumsal boyutlarını açıklığa kavuşturmak oluyor.

Sonuçta kitap, Osmanlı’da dinden çıkma meselesine dair literatürdeki önemli bir boşluğu dolduruyor. Çakmak, meseleyi polemiklerden uzak, akademik bir soğukkanlılıkla ele alarak hem tarihçiler hem de din hukuku araştırmacıları için kalıcı bir başvuru kaynağı sunuyor.

  • Künye: Yalçın Çakmak – Osmanlı’da Dinden Çıkma (İrtidad), İletişim Yayınları, tarih, 308 sayfa, 2025