Bâverçi ve Nûrullah – 16. Yüzyıl Safevî Mutfağı (2023)

‘Kârnâme’ ve ‘Mâddetü’l-Hayât’ adlı Farsça yemek kitapları, 16. yüzyılda Safevi saray eşrafı ile seçkinlerinin yeme-içme kültürüne ayna tutan iki eşsiz eserdir.

‘Kârnâme’nin yazarı Bâverçi, I. Şah İsmail zamanında yaşayan saygın bir devlet adamının aşçıbaşısı iken ‘Mâddetü’l-Hayât’ın yazarı Nûrullah, I. Şah Abbas sarayının aşçıbaşısıydı.

Safeviler; bugünkü Afganistan, Doğu Anadolu, Azerbaycan, Ermenistan, Irak, İran ve Türkmenistan’ı içine alan geniş bir havzada varlığını sürdürmüştü.

Dolayısıyla onların mutfak kültürü, neredeyse tüm bu kültürlerin mutfak ve yeme-içme kültürüyle daimi bir etkileşim içinde oluşmuştur.

Safevilerin erken dönem eserlerinden olan ve Türk yazarlar tarafından kaleme alınan ‘Kârnâme’ ile ‘Mâddetü’l-Hayât’, İran mutfağının yeme-içme, yeme, içme, pişirme ve sunma kültürüne dair nice ayrıntılar barındırıyor.

Bu kitaplar, aynı zamanda İran mutfağının Türk/Osmanlı mutfağıyla benzeşen ve ayrışan yönlerini mukayese imkânı sunması bakımından son derece önemli iki kaynak konumundadır.

Mutfak tarihçisi Mary Işın’ın sunuşuyla yayınlanan kitapta, bahsi geçen eserlerin çeviri ve tahlili ile birlikte Safevi mutfağının Osmanlı mutfağıyla ilişkisi ele alınmış.

Ayrıca eserin sonunda mutfak malzemeleri, yiyecek adları ve eserde geçen şahıslar listesi ve bunların Farsça karşılıkları içeren bir dizin eklenmiş.

Bu bölüm hem metin dizini hem de Farsça mutfak sözlüğü mahiyetinde.

Eserleri çevirerek inceleyen Muzaffer Kılıç, Kırklareli Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve klasik Türk ve Fars edebiyatı alanlarında yayınlar yapıyor.

  • Künye: Bâverçi ve Nûrullah – İki Yemek Kitabı Işığında 16. Yüzyıl Safevî Mutfağı (‘Kârnâme’ ve ‘Mâddetü’l-Hayât’), hazırlayan ve çeviren: Muzaffer Kılıç, Kitap Yayınevi, 264 sayfa, yemek, 2023

Emre Gör – Osmanlı Kaynaklarında Karşı Casusluk Vakaları (2023)

Otuz üç yıl gibi uzun bir hükümdarlık devri geçiren II. Abdülhamid, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük tehditlerle karşı karşıya kaldığı bir dönemde saltanat sürmüştü.

Nitekim çok sayıda tarihçiye göre Sultan II. Abdülhamid dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi bakımdan en çetin dönemi olmuştur.

Avrupa’nın Büyük Güçleri ile süren mücadeleler, Ermeni ve Rum komiteleri başta olmak üzere çeteci oluşumların faaliyetleri, dünyanın dört bir yanından gelen suikast haberleri ile zirveye tırmanan güvenlik endişeleri, bilhassa 1890’larda oldukça yaygınlaşan kolera gibi salgın hastalıklar ve daha sıralanabilecek onlarca farklı tehdit, bu dönemin neden “çetin” bir dönem olarak tanımlandığını ortaya koyar.

Üstelik bu tehditlere imparatorluğun içinde bulunduğu iktisadi ve mali problemler de eklenince, büyük bir açmazla karşı karşıya kalındığı anlaşılır.

Problemlere, 19. yüzyılın doğasından kaynaklanan toplumsal sıkıntılar da ilave edilebilir.

Fakat siyasi, mali ve sosyal tüm bu sıralanan ve sıralanabilecek problemler bir anlamda “görünür ve tanımlanabilir problemler”dir ve arka planda gizli, görünmeyen farklı birçok tehdit bulunuyor.

Bu kitap, II. Abdülhamid dönemine ait görünmeyen ve gizli kalmış tehditleri, örtülü yürütülen casusluk faaliyetlerini ve bu faaliyetlere nasıl karşı koyulmaya çalışıldığını irdeliyor.

Osmanlı kaynaklarına göre gizli komitacılık faaliyetleri, ihtilal/karışıklık çıkarma girişimleri, Osmanlı coğrafyası ve askeri tesisleri hakkında bilgi toplama, illegal oluşumlara silah ve para dağıtımı, stratejik muhabere kayıtlarını ele geçirme ve 19. yüzyıl dünyasına ait bir yenilik olan fotoğraf casusluğu en sık karşılaşılan casusluk türleri arasında yer alıyordu.

Araştırmacı-yazar Dr. Emre Gör’ün Osmanlı arşiv kayıtlarını inceleyerek hazırladığı bu kitap, 1876-1909 yılları arasında, Osmanlı ülkesinde meydana gelen casusluk faaliyetlerini ve bu faaliyetlere yönelik yürütülen casusluğa karşı koyma çalışmalarını ele alıyor.

  • Künye: Emre Gör – Osmanlı Kaynaklarında Karşı Casusluk Vakaları (1876-1909), Kitap Yayınevi, tarih, 96 sayfa, 2023

Charles White – İstanbul’da Üç Yıl (2023)

Charles White (1793-1861) Eton Koleji’nden 1805’te mezun olduktan sonra orduya katıldı.

1830-31 arasında Belçika kralının seçimi konusunda Britanya’yı temsil eden Lord Ponsoby’nin sekreterliğini yaptı.

Lord Ponsoby’nin 1832’de Britanya’nın Osmanlı İmparatorluğu elçiliğine atanması White’ın Osmanlı İmparatorluğu ve İstanbul’a ilgi duymasına neden oldu.

Ponsoby’nin elçiliğinin son yılı olan 1841’de İstanbul’a gelerek 1844’e kadar kentte kaldı.

‘Three Years in Constantinople; or, Domestic Manners of the Turks in 1844 -1845’, ‘İstanbul’da Üç Yıl; veya, Türklerin Örf ve Adetleri’ adlı kitabı bu uzun ikameti sırasında edindiği bilgi ve izlenimlerin ürünüdür.

Charles White üç ciltlik bu dev eserinin ilk cildinde pazarlar ve çarşılar, kayıklar ve kayıkçılar, balıklar, balık avcılığı ve balık pazarları, hastaneler, elçiliklere tanınan himaye hakkı, esnaf birlikleri, loncalar, vakıflar, selatin camileri, cami malları, kurukahveciler, manavlar, bahçeler ve bahçıvanlık, kandiller ve şenlikler gibi konuları işlerken halk arasında dolaşan söylenti ve efsaneleri aktarmayı da ihmal etmiyor.

White böyle bir eseri yazma ihtiyacını neden duyduğunu birçok Batılı seyyahın eserlerinden söz ederek şöyle aktarıyor: “… sözünü ettiğimiz bu yazarların çalışmaları Osmanlı payitahtındaki yaygın örf ve âdetlere pek az ışık tutmaktadır… Öte yandan modern seyahatname yazarlarının aktardıkları bilgilerin nerdeyse tümü ya romantizm sınırına dayanan bir üslupla ya da öylesine abartılı ve göz boyar biçimde anlatılmıştır ki, yabancıları aydınlatmaktan çok onları yanıltır. Dolayısıyla İstanbul’a gelen yabancıların çoğu, yerel âdetlerin nerelerden kaynaklandığı, anlamları ve tam olarak ne oldukları konusunda tam bir cehalet içindedir; kitaplardan ya da onlara yardımcı olanlardan doğru açıklamalar alamadıkları için de geldikleri gibi giderler, ama bir farkla; alelacele yaptıkları gözlemler ve edindikleri yanlış bilgilerden ötürü ve Türk halkının savunulması mümkün olmayan zaaflarıyla iyi nitelikleri arasında hiçbir ayırım yapmadıkları için çoğu kez farklı siyasal çıkarlar ve dini antipatilerin körüklediği geçmişten gelen önyargılara yeni yanlış anlamalar ekleyerek ayrılırlar.”

  • Künye: Charles White – İstanbul’da Üç Yıl, 1.Cilt: Türklerin Örf ve Âdetleri, 1841-1844, çeviren: Zeynep Rona, Kitap Yayınevi, seyahatname, 248 sayfa, 2023

Todor Yankov – İstanbul’dan İzlenimler (2022)

Todor Yankov (1865-1941), Almanya’da sosyal bilimler alanında gördüğü üniversite eğitimini doktor unvanıyla taçlandırarak döndüğü ülkesinde uzun yıllar okul müfettişliği ve lise öğretmenliği yaptı.

Aynı zamanda, basın mecrasında da birçok gazete ve dergiye yazılar yazarak başarılı sınav verdi.

Daha öğrencilik yıllarında dışa vuran yeni yerler keşfetme ve gezme merakı, ömrü boyunca kendisini terk etmeyecek olan seyahat etme tutkusuna dönüştü.

Ülke içi gezilerinde ziyaret ettiği coğrafi bölgeler ve şehirler hakkında eşsiz izlenimler aktardı.

Bulgar aydının bir resimli derginin 1898 yılına ait beş sayısında yayınladığı yazı dizisi, komşu ülke edebiyatında ilk İstanbul seyahatnamesi olma özelliğini taşımaktadır.

Bulgar yazar; batılı seyyahlara özgü yaklaşım içinde sadece kadim şehrin tarihi yerlerini ve anıtlarını gezmekle yetinmedi, ama dar ve eğri sokaklarında sokak köpekleri ve faytonlar arasında yürüdü, çarşıda pazarda dolaştı, kahvehanede kahve yudumladı, tekkede müridin tutkusuna ortak oldu.

Şehrin sıradan insanına ve parıltısız gündelik hayatına dokunma çabası, seyahatnamesine farklı renk ve lezzet kattı.

  • Künye: Todor Yankov – İstanbul’dan İzlenimler: 19. Yüzyıl Sonlarında Şehir, çeviren: Hüseyin Mevsim, Kitap Yayınevi, seyahatname, 80 sayfa, 2022

Kolektif – Payitaht Yeniçerileri (2022)

Osmanlı tarihinin iki büyük yenisi, yani yeni ordu (çeri) ve nizam-ı cedid arasında dört yüz yıldan fazla mevcudiyetini sürdüren Yeniçeriler’in hikâyesi aynı zamanda Osmanlı asırları ile ilgili büyük anlatıların tümünün odağında yer alır: yükselme, gerileme, klasik çağ ve inhitat, merkezileşme ve merkezin zayıflaması, bozulma, ıslahat, nizam ve anayasa mücadeleleri, demokratikleş(eme)me, modernleş(eme)me…

Bu kitabı oluşturan çalışmalar, bu dev meseleler yumağının kritik son yüzyılına farklı yörelerde sosyo-ekonomik düzlemde damgasını vuran çeşitli konulara orijinal arşiv araştırmalarıyla ve metodolojik farkındalıkla ışık tutuyor.

‘Payitaht Yeniçerileri’, okuyucularına birçok şaşırtıcı bilgi ve sürprizler vadediyor.

Bu kitapta yer alan çığır açıcı özellikteki yazılar, Avrupa Araştırma Konseyi tarafından desteklenen ve Girit Resmo’da bulunan Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü’nün başkanlığında yürütülen “JANET: Osmanlı Liman Şehirlerinde Yeniçeriler – Erken Modern Dönem Akdeniz’inde Müslümanların Finansal ve Siyasi Bağlantı Ağları” projesi altında toplanmış araştırmacıların etkileyici bir iş birliğinin sonucu.

İstanbul’un yeniçeri ortalarına ayrılmış olan bu çalışma, Osmanlı tarihi meraklılarının dikkatlerini padişahı babaları olarak gören yeniçerilere vermeye davet ederken, onların Osmanlı başkentini “taşralaştırmalarının”, imparatorluğu saran ticaret ağları kurmalarının, zengin finansal portföyleri yönetmelerinin, popüler siyasetin parçası olmalarının ve kendilerine has bir edebi kültür üretmelerinin örneklerini sunuyor.

  • Künye: Kolektif – Payitaht Yeniçerileri: Padişahın “Asi” Kulları, 1700-1826, editör: Aysel Yıldız, Yannis Spyropoulos ve M. Mert Sunar, Kitap Yayınevi, tarih, 428 sayfa, 2022

Domenico Sestini – Boğaziçi 1779 (2022)

Floransalı nümizmat ve botanikçi Domenico Sestini bu eserinde eşine az rastlanır bir Boğaziçi anlatısı sunuyor.

Bir sandal gezisiyle bütün Boğaziçi yerleşimlerini ziyaret ederek başlayan eser ilk bölümde yazarın Ortaköy, Tarabya, Büyükdere ve Üsküdar’da gözlemlediği Boğaziçi bağlarına uzanıyor.

Yeni kurulan bir bağda beş yıllık bir süreç içindeki tüm bağcılık uygulamaları detaylıca anlatılırken üzüm türleri ve şarap yapım tekniklerine dair ender bulunur bilgiler veriliyor.

Şöyle yazıyor Sestini: “… sizlere on dönüm arazi alıp bağa çevirmenin maliyetini nakledeceğim. İşe en başından başlayıp bağ kâra geçene kadar yapılan masrafları göreceğiz. Tabii bağa yıl yıl nasıl bakmak gerektiğini de… Bağ bakımının iyi idrak edilmesi, bağcılığın ihtimam ve sebatla yapılması gerekiyor.”

Kuruş, para ve akçe cinsinden tüm masraf ve getirilerin sunulduğu tablolar ise bu ilk bölümü daha da değerli kılıyor.

İkinci bölüm, Boğaziçi bostan ve tarlalarındaki zirai üretimi inceliyor.

Yazar hububattan baklagillere, meyve sebzeden yabani türlere geniş bir yelpazedeki mahsul çeşitliliğini Türkçe adlarıyla sunuyor.

Bu sıra dışı eser, üçüncü bölümde Boğaziçi bahçelerine uzanıyor.

Sestini’nin detaylı Osmanlı bahçeleri tasvirini, modern botanik biliminin kurucusu kabul edilen Linneaus’un sistemiyle yaptığı çiçek sınıflandırması izliyor.

Yazar tıpkı zirai mahsuller gibi ağaç ve çiçekleri de Türkçe adlarıyla veriyor.

Son bölüm ise Osmanlı av teşkilatı ve Boğaz’daki av hayvanları üzerine.

Avcı sultanlara dair bir anlatı da sunan bu bölüm, Boğaz’daki ormanları incelerken hayvan varlığını da yine Linneaus sistemiyle ve Türkçe adlarıyla aktarıyor.

İstanbul Boğazı’na dair en değerli birincil kaynaklardan ‘Boğaziçi 1779’, Priscilla Mary Işın’ın önsözüyle Türkçede.

  • Künye: Domenico Sestini – Boğaziçi 1779, çeviren: Mert Pekdoğdu, Kitap Yayınevi, botanik, 124 sayfa, 2022

Cornell Fleischer – Saraydaki Kâhin (2022)

On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda Osmanlı’da kehanet ve kıyametçi akımlar trafiği yoğundu.

Cornell Fleischer bu özgün çalışmasında, özellikle saray çevresinde bu akımlardan etkilenmiş önemli isimlerin izini sürerek Osmanlı tarihinin pek bilinmeyen bir yönüne ışık tutuyor.

On beşinci yüzyıl ortalarından on altıncı yüzyıl ortalarına uzanan yüzyıllık dilim genelde Osmanlı tarihinin “klasik” çağı olarak kabul edilse de, bu dönem aslında daha çok bir dönüşümün, muhtelif siyasi, ideolojik ve kültürel cereyanların buluşup daha sonra “klasik” olarak adlandırılacak yapıyı yavaş yavaş meydana çıkarışının çağıdır.

Daha çok askeri başarıları ve kurumsal yenilikleri açısından yaklaşılan Osmanlı İmparatorluğu, bu dönemde gerek İslam dünyasında gerekse Avrupa ve Akdeniz sathında etkin olan kehanet trafiğinden, gizli ilimlerden, kıyametçi akımlardan ve dünyanın sonundan evvel nihai adaleti ve evrensel hükümdarlığı tesis edecek Mesih beklentisinden uzak kalmadı.

Özellikle saray çevresinde bulunmuş, padişahlara ve devlet ricaline yakın durup onların yaklaşımlarını etkilemiş kimi isimler geride bıraktıkları eserlerle Osmanlı siyasi ve kültür tarihinin fazla gün yüzüne çıkmamış ama imparatorluğun hikâyesinde mühim yeri olan hususlarına zengin bir tanıklık sağlıyor.

Türkiye’de ‘Tarihçi Mustafa Ali: Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı (1541-1600)’ başlıklı kitabıyla bilinen Cornell Fleischer’ın 1990’ların başından 2000’lerin sonuna uzanan yirmi yıllık dönemde kaleme aldığı kimi makaleleri ilk kez bir araya getiren ‘Saraydaki Kâhin’, Osmanlı tarihçiliğinin yakası açılmadık konularını, geçmişin gün yüzüne taşınamamış aktörlerini okurlarla buluşturuyor.

  • Künye: Cornell Fleischer – Saraydaki Kâhin: 15. ve 16. Yüzyıllarda Osmanlı Sarayında Kehanet (Makaleler), çeviren: Ayla Ortaç, Kitap Yayınevi, tarih, 134 sayfa, 2022

Emilia Salvanou – Mübadil Belleği (2022)

Trakyalı mübadiller, ulusal tahayyülde kendilerine nasıl alan yarattı?

Emilia Salvanou bu harika incelemesinde, mübadillerin büyük bir travmatik deneyimden sonra kendi ulusal belleklerini inşa ederek tarihlerini nasıl yeniden kurduklarını ortaya koyuyor.

30 Ocak 1923’te imzalanan Nüfus Mübadelesi Protokolüyle zaten Anadolu’dan göç etmiş bir grup insanın statüsü kesinlik kazanırken henüz göç etmemiş insanlar da göç etmeye mecbur bırakıldı.

Yaklaşık 2 milyon insan iki ülkenin nüfuslarına homojen bir görünüm kazandırma amacıyla karşılıklı olarak değiş tokuş edildi.

Yunanistan içinden yeni çıktığı savaş felaketine ek olarak barındırmak zorunda kalacağı büyük mübadil kitlesiyle bir insanlık dramı yaşadı.

Farklı bölgelerden farklı kültürel özelliklerle Yunanistan’da yaşamaya mecbur bırakılan insanların bazı değişimler geçirmesi gerekiyordu.

Mübadele edilen nesil bugün hayatta olmasa da yaşanan travmatik deneyim o kadar büyüktü ki, sonraki nesillere kaçınılmaz şekilde miras kaldı.

Mübadele konusunu Trakyalı mübadiller özelinde işleyen Salvanou, bu insanların ulusal tahayyülde kendilerine nasıl bir alan yarattıklarını, bireysel belleklerin nasıl kolektif, devamında ise ulusal bellek haline geldiğini ve Küçük Asya Felaketi belleğinin zaman içinde şekillenişini mercek altına alıyor.

Çalışmada mübadiller, tarihin nesneleri olmaktan çıkıp kendi tarihlerini oluşturmada söz sahibi olan ve bir gelecek kurmak isteyen aktif özneler olarak karşımıza çıkıyor.

Bu doğrultuda Trakyalı mübadillerin kurdukları dernekler, dergiler ve benimsedikleri pratiklerle tarih yaratma sürecine nasıl katıldıklarını görüyoruz.

‘Mübadil Belleği’, okura bu iki taraflı tarihsel olayın karşı tarafında neler yaşandığını görme fırsatı sunmasıyla çok önemli bir çalışma.

  • Künye: Emilia Salvanou – Mübadil Belleği: Tarih ve Pratik Olarak Geçmiş, çeviren: Saim Örnek, yayına hazırlayan: Bülend Tuna, Kitap Yayınevi, tarih, 240 sayfa, 2022

Sevgi Ağca Diker – Osmanlı Saray Teşkilatında Has Oda (2021)

Has Oda, Osmanlı’da devletin mülki ve askeri sınıfları için gereken yetenekli yöneticileri zorlu bir eğitimden geçirerek yetiştiren kritik bir kurumdu.

Sevgi Ağca Diker bu kapsamlı çalışmasında, Has Oda teşkilatının işleyişini ve zaman içindeki dönüşümünü irdeliyor.

Osmanlı Devleti’nde, mülki ve askeri sınıflarda görev yapacak iyi eğitilmiş, padişaha sıkı sıkıya bağlı ve seçkin bir kadro oluşturabilmek için gayrimüslim çocukların devşirilmesi yolu tercih edilmişti.

Bu oğlanlar Edirne Sarayı, Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı gibi hazırlık okullarından sonra Topkapı Sarayı’na gelmekteydi.

Enderun’a bu şekilde katılan içoğlanların ulaşmayı hedefledikleri nihai nokta Has Oda’dır.

Ancak bu eğitim ve elemelere tabi tutularak onlarca yıl sonra gerçekleşebilirdi.

Fatih Sultan Mehmed tarafından teşkilatı oluşturulan Has Oda içinde yaşayan ağalarla padişahlık kurumunun kullandığı resmi ve özel alanlar yan yanadır.

Has Oda ağaları padişahın hemen yakınında yer alıp ona hizmetler sunarak, padişah sohbetlerinde bulunma ve resmi törenlerde ona eşlik etme imtiyazına sahip olmuşlardı.

Has Oda ağaları son derece sıkı kurallar ve disiplin içinde yönetilerek padişaha hizmet etmeyi öğrenmekteydi.

Has Oda, kendi içinde öyle özeldi ki, 30 yıllık eğitim sonrasında dahi yeni gelen ağa acemi kabul edilerek, yeniden eğitime tabi tutuluyordu.

Bu eğitim sonrasında padişahın hayatını korumak dahil tüm hizmetleriyle yakından ilgilenme, üstünde bıçak taşıma, kıymetli kumaşlardan kıyafetler, kürkler giyme, kendine ait mutfağa, atlara, kapı halkına sahip olma imtiyazlarını da kazanırlardı.

Bu şekilde sıkı bir eğitimden geçen bir kul yüzyıllar boyunca soylu ailelerden gelen zadelerden üstün tutulmuş, devletin mülki ve askeri sınıfları için gereken yetenekli yöneticiler de böylece yetiştirilmiştir.

Hatta terfileri kendi içinden yapılan ilmiye sınıfına dahi Enderun sisteminden geçenlerden bazı atamaların yapıldığı biliniyor.

Her terfilerinde ödüllendirilen, en iyi biçimde yetiştirilmeleri hedeflenen bu ağaların, gelişmelerini tamamladıkları kabul edildiklerinde devlet göreviyle saraydan çıkmaları sağlanırdı.

İşte Diker bu kapsamlı çalışmasında, Has Oda hakkında merak edilen bütün detayları ayrıntılı bir şekilde aydınlatıyor.

  • Künye: Sevgi Ağca Diker – Osmanlı Saray Teşkilatında Has Oda, Kitap Yayınevi, tarih, 501 sayfa, 2021

Merih Erol – Osmanlı İstanbul’unda Rum Ortodoks Musikisi (2021)

Osmanlı reform çağında İstanbullu Rum Ortodoks toplumunun müziği üzerine derinlemesine bir analiz.

Merih Erol’un harikulade çalışması, bu toplumun müzik tarihini, dini müziğin icra biçimini ve bu müziğin farklı kültürlerle nasıl iletişime geçtiğini araştırıyor.

Kırım Savaşı sonrasından imparatorluğun bundan önceki onyıllarına baktığımızda, birbirine bağlı birçok alanda yaşanan değişimin, örneğin Avrupa güçleriyle ilişkilerin, Osmanlı ekonomisinin dünya pazarlarına eklemlenmesinin, modernleşen devlet aygıtının ve idari alanda yürürlüğe konulan prensiplerin tamamıyla bir kırılma değilse de yeni bir dönem başlattığını görürüz.

Bir taraftan sultan ve tebaası arasındaki ilişkinin yeniden kurulduğu, diğer taraftan Batılı düşünüş ve yaşam biçimlerinin imparatorluğun orta sınıflarını etkilediği bu ortamda, Osmanlı gayrimüslim milletleri kendi etnik kimlikleriyle Osmanlı kimliğini çatışmasız bir arada taşıyabileceklerini tasavvur etmeye ve eşit haklara sahip olacakları umudunu taşımaya başladılar.

Avrupa’da ve Balkanlar’da gördüğümüz ulus olma süreçlerine benzer şekilde Osmanlı Rum Ortodoksları, başta bu toplumun liderleri ve okuryazarları geçmişin katmanlarını yeniden yorumlayarak tarihi, dili ve nihayet müziği eşsiz bir mirasın yapıtaşları olarak yücelttiler.

‘Osmanlı İstanbul’unda Rum Ortodoks Musikisi’, İstanbullu Rum Ortodoks toplumunun, yaşadığı çok kültürlü yapının içinde “kendi”sinin ve “ötekiler”in müzik gelenekleri üzerine fikir beyan ettiği ve müziği bir mücadele alanına dönüştürdüğü süreçleri anlatıyor.

İstanbullu Rum Ortodoksların oluşturduğu müzik komisyonları, müzik cemiyetleri, dergiler ve gazeteler etnik ve dini kimliğin merkezine konulan müziği ve onun tarihini irdeliyor, dini müziğin icra biçimini tartışıyor ve farklı kültürlerle bir arada yaşamaktan dolayı biriken tarihin tozunu silerek, saf ve katıksız bir müziğin idealini kuruyorlardı.

Bu kitabın konusu olan Osmanlı Rumları ve onların torunları yirminci yüzyılın çeşitli olayları ve alınan kararlar sonucunda, nüfusu epeyce azalmış olan İstanbul Rumları dışında, Anadolu coğrafyasındaki tarihsel sürekliliklerini yitirdiler.

Kitaptaki seslerin, yaşam alanlarının ve kültürlerin kesişimlerinin, etnik ve dinsel homojenliğe dayalı kimlik politikalarının yol açtığı büyük kayıpları hatırlatması umuduyla.

  • Künye: Merih Erol – Osmanlı İstanbul’unda Rum Ortodoks Musikisi: Reform Çağında Ulus ve Toplum, çeviren: Zülal Kılıç, Kitap Yayınevi, tarih, 312 sayfa, 2021