Alper Çağlayan – Alevi Terim ve Deyimleri Sözlüğü (2025)

Alper Çağlayan’ın ‘Alevi Deyim ve Terimleri Sözlüğü’, Aleviliğin kültürel ve inançsal mirasını hatırlatan güçlü bir metin. Çalışma, yüzyıllardır Horasan’dan Balkanlar’a uzanan Alevî-Bektaşi yolunun kavramlarını, ritüel dilini ve sembolik dünyasını sistemli biçimde açıklayarak hem tarihsel sürekliliği görünür kılıyor hem de güncel tartışmaların dağınık hattına berrak bir yön çiziyor.

Doksanlı yıllardan itibaren Alevilik toplumun geniş kesimlerinde daha fazla konuşulur hâle gelse de, temel kavramların doğru anlaşılmasına yönelik bütünlüklü çalışmaların eksikliği sıkça yanlış yorumlara kapı aralıyordu. Bu sözlük, “Yol”un içinden gelen bir araştırmacının birikimiyle hazırlanmış olması sayesinde, terimlerin yalnızca sözlük anlamlarını değil, Alevi pratikte taşıdıkları derin sembolik ve ahlaki karşılıkları da açıklıyor. Hem eserlerde sık geçen ancak genç kuşakların aşina olmadığı sözcükleri aydınlatıyor hem de Alevi deyimlerinin yol içindeki gerçek bağlamlarını ortaya koyuyor.

Sözlük, Alevilikte sevgi, hoşgörü, doğruluk, merhamet gibi değerleri taşıyan kültürel sürekliliğin ancak terminolojinin doğru aktarılmasıyla korunabileceğini vurguluyor. Bu yönüyle çalışma, yalnızca bir başvuru kitabı değil, aynı zamanda Alevi geleneğinin özüne sadık bir öğrenme zemini sunan önemli bir kaynak olarak öne çıkıyor.

  • Künye: Alper Çağlayan – Alevi Terim ve Deyimleri Sözlüğü, Nota Bene Yayınları, sözlük, 221 sayfa, 2025

Roberto Esposito – Bios: Biyopolitika ve Felsefe (2025)

Roberto Esposito, biyopolitika kavramını tarihsel ve felsefi bir derinlikte ele alarak, modern politik düşüncenin yaşamla kurduğu karmaşık ilişkiyi analiz ediyor. ‘Bios: Biyopolitika ve Felsefe’ (‘Bíos: Biopolitica e filosofia’), “bios” yani yaşam kavramının, politika ve iktidar pratikleri içinde nasıl şekillendiğini sorguluyor. Esposito, biyopolitikanın yalnızca iktidarın yaşamı koruyan değil, aynı zamanda onu düzenleyen ve hatta yok edebilen yönlerini açığa çıkarıyor.

Eser, Antik Yunan’dan modern döneme kadar yaşamın anlamını belirleyen kavramsal çerçeveleri inceliyor. Aristoteles’in “bios” ve “zoe” ayrımından yola çıkarak, Batı düşüncesinde yaşamın nasıl farklı anlamlara bölündüğünü gösteriyor. Bu ayrımın modern biyopolitikanın temelini oluşturduğunu, yaşamın korunması adına uygulanan politikaların paradoksal biçimde ölüm mekanizmaları ürettiğini tartışıyor.

Esposito, Foucault’nun biyopolitika analizinden hareketle, modern devletin “yaşatmak” ve “ölüme terk etmek” arasındaki stratejik dengeyi nasıl kurduğunu ortaya koyuyor. Ancak Esposito’nun özgün katkısı, biyopolitikaya yönelik bir “pozitif” yaklaşım arayışında yatıyor. Ona göre yaşam, sadece korunması gereken bir olgu değil; paylaşım, karşılıklılık ve açıklık ilkeleriyle yeniden düşünülmesi gereken bir gerçekliktir.

Kitap, çağdaş toplumlarda sağlık, güvenlik ve beden politikaları bağlamında biyopolitikanın güncel etkilerini tartışırken, yaşamın siyasetten ayrılmaz bir boyut olduğunu vurguluyor. Esposito, yaşamı hem teorik hem etik düzlemde yeniden kavramsallaştırarak, biyopolitik düzenin sınırlarını aşmayı hedefleyen bir perspektif geliştiriyor.

  • Künye: Roberto Esposito – Bios: Biyopolitika ve Felsefe, çeviren: Onur Kartal, Nota Bene Yayınları, 286 sayfa, felsefe, 2025

Nuri Ödemiş – Kasabanın Devrimi (2025)

‘Kasabanın Devrimi’, 1975-1980 döneminde Karadeniz’de yükselen devrimci mücadelenin izini Bulancak üzerinden sürüyor. Nuri Ödemiş, özellikle THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) ve onun gençlik yapılanması olan DEV-GENÇ’in (Devrimci Gençlik Federasyonu) bölgedeki etkisini ele alıyor. 1970’lerin ikinci yarısında bu örgütlerin mirasını sahiplenen Kurtuluş Hareketi, Karadeniz kıyısında özellikle Bulancak’ta güçlü bir kitle tabanı oluşturuyor. Aynı dönemde Devrimci Yol, bölgede diğer baskın aktör olarak sahneye çıkıyor. İki yapı arasında zaman zaman ortaya çıkan ideolojik ve örgütsel gerilimler, büyük şehirlere kıyasla daha yumuşak bir tonda yaşanıyor.

Kitap, Fatsa Yerel Yönetimi örneğiyle aynı dönemde yaşanan demokratik deneyimi hatırlatıyor ancak esas odak Bulancak oluyor. Bulancak’taki devrimci örgütlenme, merkezden gelen direktiflerden ziyade yerel inisiyatiflerle şekilleniyor. Bu özgünlük, Kurtuluş Hareketinin sınırlı yönlendirmesine rağmen ilçede kitleselleşmenin nasıl sağlandığını gösteriyor. Yerel halkla kurulan güçlü bağlar, devrimcilerin toplumsal karşılık bulmasını kolaylaştırıyor.

Ancak bu başarı, kendi sınırlarıyla da yüzleşiyor. Bulancak’taki hareket, Fatsa’daki gibi yerel yönetime dönüşemiyor. Kitap, bu farkın nedenlerini sorguluyor ve yerel başarıların kalıcı örgütsel yapılara dönüşememesinin sebeplerini analiz ediyor. Demokrasi pratiğinde yaşanan eksikler, halkla kurulan ilişkinin uzun vadeli kurumsallaşamamasıyla birleşiyor.

‘Kasabanın Devrimi’, Karadeniz’de THKP-C çizgisinin evrildiği mücadele biçimlerini, yerel pratikler üzerinden değerlendiriyor. Özellikle Kurtuluş ve Devrimci Yol arasında şekillenen mücadeleyi, devlet baskısı ve bölgesel dinamiklerle birlikte ele alıyor. Kitap, dönemin siyasal-toplumsal atmosferine dair hem tanıklık hem de çözümleme sunuyor.

  • Künye: Nuri Ödemiş – Kasabanın Devrimi: 1970’li Yıllarda Bulancak, Nota Bene Yayınları, tarih, 192 sayfa, 2025

Anti-Güvenlik Kolektif – Güvenliğin İlgası (2025)

Burjuva toplumunun en yüce kavramı olarak güvenlik, mevcut tüm iktidar yapılarının temelini oluşturur. Güvenlik, yalnız olduğumuz ve kıt kaynaklar üzerinde rekabete mecbur kaldığımızı, özel mülkiyetin doğal bir hak olduğunu, küçük özel yaşam adamızı başkalarının tehdidine karşı korumamız ve bunu yapmak için otoriteye boyun eğmemiz gerektiğini söyleyen canavarca düşüncedir.

2010 yılında kurulmuştur ve polis gücünün radikal bir eleştirisine kendini adayan, sermaye altında güvenliğin hem maddi hem de ideolojik hegemonyasına meydan okuyan bir grup akademisyen ve aktivistten oluşan Anti-Güvenlik Kolektifi tarafından yazılan bu manifesto ise, devlet, şirket ve bireysel düzeyde egemenlik ilişkileri içinde işleyen güvenlik söylem ve pratiklerini eleştiriyor; “güvenlik” adı altında sürdürülen baskı, denetim ve eşitsizlik düzenini ifşa ediyor.

‘Güvenliğin İlgası: Bir Manifesto’ (‘The Security Abolition Manifesto’), öncelikle modern güvenlik söylemini bir “koruma” vaadiyle maskelediğini, ancak gerçekte sistematik tahakküm aracı olarak kullanıldığını söylüyor. Devletler, gözetim sistemleriyle özel yaşamı ihlal ediyor; şirketler, veri toplayarak bireyleri ekonomik bir nesneye dönüştürüyor; bireyler ise güvenlik söylemine ikna edilerek özgürlük alanlarından vazgeçiyor. Bu durum, güvenlik söylemini bir özgürlük değil, kontrol mekanizması hâline getiriyor.

Anti-Güvenlik Kolektif, güvenlik pratiklerini tümüyle ortadan kaldırmayı öneriyor. Bu yalnızca polis, gözetim cihazları veya yazılımlar gibi teknik araçların kaldırılması anlamına gelmiyor. Aynı zamanda “güvenlik etalagojilerine” karşı kolektif bir direniş gerekiyor. Yani güvenlik söyleminin insan ilişkilerini, toplumsal kurumları ve mücadelenin pratik alanlarını nasıl dönüştürdüğünü kavrayarak bu dönüşümü tersine çevirmek gerekiyor.

Manifesto, pratik önerilere de yer veriyor: Gözetimsiz topluluk alanları yaratmak; karakol, sınır, hapishane gibi işkence makinesi hâlini almış kurumlara alternatif ortak yaşam modelleri inşa etmek; dayanışma, şeffaflık ve özyönetim temelinde güvenlik süreçlerini toplumsallaştırmak. Bu öneriler, bireyler arası ilişkilerin devletin, şirketin ve ideolojik güçlerin eline bırakılmamasını amaçlıyor.

Bu metin, güvenliğin mutlak bir hak değil, iktidarın manipülasyon aracına dönüştürüldüğünü; dolayısıyla gerçek özgürlüğün, baskı aracına dönüşmüş güvenlik yapılarının ortadan kalktığı bir dönüşümle mümkün olduğunu savunuyor. Bu çağrı, her düzeyde kontrol edilmeden bir arada yaşamanın yollarını düşünmemiz gerektiğini gösteriyor.

  • Künye: Anti-Güvenlik Kolektif – Güvenliğin İlgası: Bir Manifesto, çeviren: Deniz Türker, Nota Bene Yayınları, siyaset, 128 sayfa, 2025

Hüseyin Tevetoğlu – Namlunun Ucundaki Sendika (2025)

1975–1980 yılları arasında Türkiye’de askeri işyerlerinde örgütlenen Aster‑İş Sendikası (Askeri Tersane ve Askeri İşyerleri İşçileri Sendikası), genellikle en zor kabul edilen çevrelerde bile işçilerin hak talep etme potansiyelini gözler önüne seriyor. Merkeziyetçi ve otoriter işleyişin hâkim olduğu Milli Savunma işkolunda, Aster‑İş pek çok ilki gerçekleştirmiştir. Bu dönemde ordunun tam merkezinde, Ankara’da yürütülen örgütlenme, Türkiye işçi sınıfı tarihinde bir sınıf sezgisi yükselmesi olarak kabul edilir.

Aster‑İş’in simgesi “Asker değil işçiyiz” sloganıdır. Bu slogan, a) işçileri asker sayarak Askeri Ceza Kanunu’yla disipline etmeye dayanan uygulamalara b) ‘güdümlü’ sendikacılık anlayışına ve c) statükodan nemalanan ana akım sendikalara karşı üçlü bir direniş bayrağı olmuştur.

İşçiler, hem askerden bağımsız bir hukuk zemini talep etmiş hem de militarize edilmiş üretim ortamında laik, demokratik bir toplumsal ilişkilenme kurma iddiasında bulunmuşlardır.

Aster‑İş’in kısa ömürlülüğü dikkat çekicidir: 12 Eylül 1980 Darbesi’nin hemen öncesinde kurulan bu sendika, darbe kararlarıyla birlikte kapatılmıştır.

Hüseyin Tevetoğlu, doğrudan bu örgütlenme pratiğinin ön saflarında yer almış. Bu sayede, konuyla ilgili diğer çalışmalarda eksik kalan yönler de gün yüzüne çıkarılıyor: askeri yapının içeriden bozulan işleyiş kurgusu, devletin ceza mekanizmalarına yönelik müdahaleleri ve işçilerin sahada verdikleri bizzat mücadele öyküleri detaylı biçimde aktarılıyor.

Bu anlatı yalnızca bir sendikanın değil; Türkiye 1970’lerinin sınıf mücadelesinin, sol-siyaset-sendika ilişkilerinin ve anti-otoriter pratiklerin bir mikro tarihi olarak okunabilir. O dönemin ordunun göbeğinde yükselen bir emek direnişinin hikâyesi, bugün hâlâ sendikal mücadeleyi düşünen herkes için hâlâ güncelliğini koruyor.

  • Künye: Hüseyin Tevetoğlu – Namlunun Ucundaki Sendika: Aster-İş, Nota Bene Yayınları, siyaset, 216 sayfa, 2025

Can Kalkan – Dili Yabana Sürmek (2025)

Bu kitap, Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin “minör edebiyat” kavramı etrafında şekillenen düşüncelerini merkeze alarak, edebiyatın yalnızca estetik değil, aynı zamanda politik bir alan olduğunu gösteriyor. Minör edebiyat; merkezin diline içeriden yabancılaşarak yazmak, sessizleştirilmiş kimliklerin sesini duyurmak ve dilin yerleşik yapısını sarsmak demektir. Bu çerçevede edebiyat, azınlıkların, yoksulların ve dışlanmışların dilsizliğini bozan bir eyleme dönüşür.

‘Dili Yabana Sürmek’, yalnızca edebiyatseverlere değil; dilin iktidar tarafından nasıl biçimlendirildiğini, kimlik ve aidiyet ilişkilerini nasıl kurduğunu sorgulayan herkese sesleniyor. Dil ile iktidar arasındaki gerilim hattında minör edebiyat, temsil edilemeyeni temsil etmeye çalışırken, aynı zamanda temsilin sınırlarını da zorlar. Böylece edebi üretim, salt bireysel bir uğraş olmaktan çıkar, kolektif ve dönüştürücü bir direnişe evrilir.

Latife Tekin’in “yazabilmek için insanın evinden ve evinin dilinden kopması gerekir” sözü, Deleuze’ün “ana diline yabancı gibi yazmak” fikriyle doğrudan kesişir. Tekin’in edebiyatı, geleneksel dil kalıplarını yıkarak, yoksulların, kadınların ve görmezden gelinen toplulukların çoklu deneyimlerini dile taşır. Bu yazım biçimi, dili sadece anlatım aracı değil, aynı zamanda mücadele sahası haline getirir.

Bu eser, minör edebiyatın nasıl dönüştürücü bir güce sahip olduğunu gösterirken, edebiyatın sınıfsal doğasını, temsil krizini ve dilin ideolojik işleyişini tartışmaya açıyor. Deleuze, Guattari ve Latife Tekin’in düşünceleri arasında kurulan bağ, edebiyatın potansiyelini sınırsızlaştıran bir zemin sunuyor. Yazmak, bu bağlamda sadece ifade değil, aynı zamanda bir kopuş ve direniştir.

  • Künye: Can Kalkan – Dili Yabana Sürmek: G. Deleuze & F. Guattari’nin İzinde Latife Tekin’de Minör Edebiyat, Nota Bene Yayınları, inceleme, 136 sayfa, 2025

Kolektif – Değişen Sinema Değişen Seyirci (2025)

Sinema festivallerinin dünyasına ışık tutan ‘Değişen Sinema Değişen Seyirci, Film Festivalleri ve Alternatif Arayışları’ adlı kitap, sinema ve izleyici alışkanlıklarındaki dönüşümü, özellikle de film festivallerinin bu değişimdeki rolünü derinlemesine inceliyor.

İşçi Filmleri Festivali’nin yirminci yılı vesilesiyle Önder Özdemir’in editörlüğünde hazırlanan bu çalışma, sinema teknolojilerindeki yeniliklerin 2000’li yıllardan itibaren sinema salonlarını ve film izleme biçimlerini nasıl etkilediğini ele alıyor. Kitaba katkıda bulunan çeşitli yazarlar, Türkiye ve dünyadaki film festivallerini farklı açılardan değerlendirerek, küreselleşme ve festivalizm kavramları üzerinden neoliberal kültür endüstrisinin hegemonyasına karşı “alternatif” bir festival anlayışının olasılıklarını sorguluyorlar. Ayrıca, Türkiye’deki film festivallerinin değişen yapısı, festivallerde sıklıkla göz ardı edilen emek, festivallerdeki sansür mekanizmaları ve hem festivallere uygulanan hem de festivallerin uyguladığı sansürün çeşitli örnekleri de kitapta detaylı bir şekilde inceleniyor. Okuyucular, sinema salonlarının yaşadığı krizi ve bu krize alternatif çözüm arayışlarını, farklı coğrafyalardaki festivalleri, dünyadaki festivallerin organizasyon yapılarını, Türkiye’deki seyircinin dönüşen profilini ve festival düzenleyicileri ile yönetmenlerin bu konudaki görüşlerini bu kitapta bulacaklar.

2006 yılında yarışmasız, ücretsiz ve sponsorsuz olma prensibiyle yola çıkan ve tamamen gönüllülerin çabasıyla hayata geçirilen İşçi Filmleri Festivali, sinemanın sadece bir sanat formu değil, aynı zamanda bir dayanışma ve mücadele aracı olduğunu vurguluyor. Bu özelliğiyle, bu tür bağımsız festivaller, büyük sermaye gruplarının desteğiyle düzenlenen ve birbirine benzeyen festivallerden ayrışıyor. Devletten destek ve büyük şirketlerden sponsorluk alarak zaman zaman seçkilerinde oto sansür uygulayan festivallerin aksine, İşçi Filmleri Festivali gibi bağımsız oluşumlar, özgür bir platform olmayı hedefliyorlar. Bu amaçla yalnız değiller; Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali (BIFED), Documentarist İstanbul Belgesel Günleri, Hangi İnsan Hakları? Film Festivali ve Pembe Hayat KuirFest gibi festivaller de daha fazla görünürlük kazanmalı ve daha geniş kitlelere ulaşmalı. İşte bu kitap da bu hedefe hizmet ediyor. İçindeki yazılar, Türkiye ve dünyadaki film festivallerini çeşitli yönleriyle ele alarak, bağımsız festivallere, bağımsız sinemalara ve alternatif sinema arayışlarına dikkat çekiyor.

Bu kitabın, genellikle az bilinen, görünmeyen, ana akım film endüstrisinin temsilcisi olmayan film festivallerinin daha fazla tanınmasına katkıda bulunarak önemli bir boşluğu doldurması bekleniyor.

Kitaba katkıda bulunan isimler ise şöyle: Önder Özdemir, Ali Karadoğan, Aslı Daldal, Aydan Çelik, Aydın Çam, Emine Uçar İlbuğa, Eren Odabaşı, Fatma Edemen, Hakan Erkılıç, Lalehan Öcal, Senem A. Duruel Erkılıç, S. Serhat Sertel, Sonay Ban, Steve Zeltzer, Tuncer Mert Aydın.

  • Künye: Kolektif – Değişen Sinema Değişen Seyirci, hazırlayan: Önder Özdemir, Nota Bene Yayınları, sinema, 400 sayfa, 2025

Marc Edelman, Saturnino M. Borras Jr. – Ulusötesi Tarımsal Hareketlerin Siyasi Dinamikleri (2025)

Marc Edelman ve Saturnino Borras’ın bu çalışması, küresel tarım hareketlerinin doğuşunu, gelişimini ve siyasi etkilerini çok yönlü inceliyor. ‘Ulusötesi Tarımsal Hareketlerin Siyasi Dinamikleri’ [‘Political Dynamics of Transnational Agrarian Movements (Agrarian Change & Peasant Studies’)], neoliberal politikaların tarım üzerindeki dönüştürücü etkilerine karşı oluşan ulusötesi çiftçi ve köylü hareketlerinin sadece ekonomik taleplerle sınırlı kalmadığını, gıda egemenliği, toprak reformu, çevresel adalet ve demokratik katılım gibi geniş bir siyasi mücadele yürüttüğünü savunuyor. Kitap, bu hareketlerin farklı ulusal ve bölgesel bağlamlarda nasıl örgütlendiğini, hangi stratejileri benimsediğini ve uluslararası düzeyde nasıl ittifaklar kurduğunu detaylıca ele alıyor.

Edelman ve Borras, ulusötesi tarım hareketlerinin başarısının sadece yerel mücadelelerin gücüne değil, farklı aktörler arası etkileşimlere, bilgi ve kaynak paylaşımına ve ortak siyasi gündemlerin oluşmasına bağlı olduğunu vurguluyor. Yazarlar, bu hareketlerin uluslararası örgütler, sivil toplum kuruluşları ve diğer sosyal hareketlerle kurduğu karmaşık ilişkileri inceleyerek, küresel siyaset üzerindeki etkilerini değerlendiriyor. Kitap ayrıca, ulusötesi tarım hareketlerinin karşılaştığı zorlukları, içsel bölünmeleri ve devletlerle olan mücadelelerini de ele alarak, bu hareketlerin gelecekteki potansiyelleri ve sınırlılıkları üzerine eleştirel bir bakış sunuyor. Kitap, küresel tarım politikaları, sosyal hareketler ve uluslararası ilişkiler alanlarına ilgi duyanlar için önemli bir kaynak sunuyor.

  • Künye: Marc Edelman, Saturnino M. Borras Jr. – Ulusötesi Tarımsal Hareketlerin Siyasi Dinamikleri, çeviren: Didar Kalafat, Nota Bene Yayınları, tarım, 200 sayfa, 2025

Mustafa Sönmez – Sona Doğru AKP (2025)

Mustafa Sönmez, 1970’ten itibaren Türkiye ekonomisinin nabzını tuttuğu uzun soluklu iktisat kariyerinde bu kez odağına AKP’nin iktidar yolculuğunu alıyor. Yazarın AKP üzerine derinlemesine çalışmaları, bu kitabında yeni bir boyut kazanıyor: Sönmez, AKP’nin ekonomi politikalarını salt iktisadi bir çerçevede ele almakla kalmıyor, bu politikaların aslında daha büyük bir amaca, “İslamo-faşist” bir rejim inşasına hizmet eden bir araç olduğunu savunuyor. Bu bakış açısıyla kitap, ekonomi tartışmalarının ötesine geçerek siyasi bir analiz sunuyor.

AKP’nin yaklaşık çeyrek asırlık geçmişini bir bütün olarak değerlendiren bu eser, iktidarın ideolojik hedeflerine ulaşmak için neoliberal politikaları nasıl ustaca kullandığını, yeri geldiğinde bu rotadan neden saptığını ve bu sürecin kaçınılmaz olarak yol açtığı ekonomik zorlukları ve potansiyel bir iflas senaryosunu gözler önüne seriyor. Kitabın güncelliğini ve önemini artıran bir nokta ise, yazarın muhalefetin bu karmaşık tablo karşısında nasıl bir strateji izlemesi gerektiğine dair yaptığı kritik vurgular.

Türkiye tarihinde büyük bir kırılma yaratan 19 Mart 2025 sürecini de değerlendiren çalışma, sadece geçmişi ve bugünü değil, aynı zamanda geleceğe dair de önemli ipuçları sunarak okuyucuyu Türkiye’nin siyasi ve ekonomik geleceği üzerine düşünmeye davet ediyor. Sönmez’in bu kitabı, AKP’nin iktidar serüvenini anlamak ve geleceğe yönelik çıkarımlar yapmak isteyen herkes için ufuk açıcı bir kaynak niteliğinde.

  • Künye: Mustafa Sönmez – Sona Doğru AKP: Erdoğan’ın 3 Devri, Nota Bene Yayınları, siyaset, 240 sayfa, 2025

Ulises A. Mejias, Nick Couldry – Veri Gaspı (2025)

Ulises A. Mejias ve Nick Couldry’nin ‘Veri Gaspı: Büyük Teknolojinin Yeni Sömürgeciliği ve Onunla Nasıl Mücadele Edilmeli?’ (‘Data Grab: The New Colonialism of Big Tech and How to Fight Back’) adlı kitabı, büyük teknoloji şirketlerinin veri toplama uygulamalarını modern bir sömürgecilik biçimi olarak ele alıyor. Kitap, bu şirketlerin kişisel verileri nasıl topladığını, işlediğini ve kullandığını, bunun bireylerin ve toplumların üzerindeki etkilerini ve bu duruma karşı nasıl mücadele edilebileceğini inceliyor.

Mejias ve Couldry, büyük teknoloji şirketlerinin veri toplama uygulamalarının, sömürgeciliğin tarihsel pratikleriyle benzerlikler taşıdığını savunuyorlar. Sömürgecilikte olduğu gibi, bu şirketler de kaynakları (bu durumda kişisel verileri) ele geçiriyor, işliyor ve kâr elde etmek için kullanıyorlar. Ancak, bu yeni sömürgecilik biçimi, daha karmaşık ve görünmez bir şekilde işliyor. Bireylerin çoğu zaman verilerinin nasıl toplandığının ve kullanıldığının farkında olmadıkları gibi, bu şirketlerin gücüne karşı koymakta da zorlanıyorlar.

Kitapta, büyük teknoloji şirketlerinin veri toplama uygulamalarının bireylerin mahremiyetini, özerkliğini ve eşitliğini nasıl tehdit ettiği detaylı bir şekilde anlatılıyor. Bu şirketlerin algoritmaları ve yapay zekâ sistemleri, bireylerin davranışlarını tahmin etmek, tercihlerini etkilemek ve hatta kararlarını yönlendirmek için kullanılıyor. Bu durum, bireylerin özgür iradelerini kısıtlayarak demokratik süreçleri de olumsuz etkiliyor.

Mejias ve Couldry, bu yeni sömürgecilik biçimine karşı koymak için bireylerin, sivil toplumun ve devletlerin birlikte hareket etmesi gerektiğini vurguluyorlar. Bireylerin veri mahremiyetine daha fazla önem vermesi, sivil toplumun farkındalık yaratması ve devletlerin daha sıkı düzenlemeler getirmesi gerekiyor. Kitapta, veri kooperatifleri, açık kaynaklı yazılımlar ve dijital okuryazarlık gibi alternatif yaklaşımlar da ele alınıyor.

Sonuç olarak, ‘Veri Gaspı’, büyük teknoloji şirketlerinin veri toplama uygulamalarının tehlikelerine dikkat çeken ve bu duruma karşı nasıl mücadele edilebileceğine dair önemli öneriler sunan bir eserdir. Kitap, dijital çağda bireylerin ve toplumların karşı karşıya olduğu zorlukları anlamak ve bu zorluklara karşı koymak için değerli bir kaynak niteliğindedir.

  • Künye: Ulises A. Mejias, Nick Couldry – Veri Gaspı: Büyük Teknolojinin Yeni Sömürgeciliği ve Onunla Nasıl Mücadele Edilmeli?, çeviren: Demir Barlas, Nota Bene Yayınları, siyaset, 293 sayfa, 2025