F. Nihan Hassan – Dönmek (2025)

Bu eser, 40 yaşında öğrendiği bir aile sırrıyla kendi kimliğini yeniden keşfetme yolculuğuna çıkan F. Nihan Hassan’ın hikâyesini anlatıyor. “Ben ben değilmişim, bir benim haberim olmamış” duygusuyla başlayan bu arayış, onu mezar taşlarından eski mektuplara, hayatta kalan akrabalarının hatıralarından kitap sayfalarına uzanan bir geçmiş izine sürüklüyor. Büyükbabası İbrahim’in peşinden Selanik Tren İstasyonu’na, babaannesi Fahriye’yle Bağdat’ın kumaş çarşılarına, büyük teyzesi Nihan’la İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’sına, anneannesi Sabiha’yla Pendik’teki tuhafiye dükkânına gidiyor. Bu izlek boyunca, günümüz Türkiye’sinde 60 yaşlarına gelmiş bir kadının, kendisinden yıllarca saklanmış aile hikâyesini yeniden yazışına tanıklık ediyoruz.

‘Dönmek’, hayatta kalabilmek için inancını gizlemek zorunda kalan Selanikli Yahudi bir ailenin gerçek öyküsünü gün yüzüne çıkarıyor. Mübadele yıllarından savaş dönemine uzanan, değişen şehirlerin ve zorunlu göçlerin gölgesinde şekillenen gündelik hayat, satır aralarında beliriyor. Hassan, saklı kalmış geçmişin izlerini sabırla toplarken, hem bireysel hem de kolektif belleğe yeni bir pencere açıyor. Kitap, resmi tarihin satır aralarında kalmış hikâyeleri, alışık olmadığımız bir bakış açısıyla damıtarak sunuyor; geçmişle yüzleşmenin hem kişisel hem de toplumsal dönüşümdeki gücünü hatırlatıyor.

  • Künye: F. Nihan Hassan – Dönmek: Selanik – İstanbul – Selanik, Mundi Kitap, anlatı, 240 sayfa, 2025

Didier Eribon – Halktan Bir Kadının Yaşamı, Yaşlılığı ve Ölümü (2025)

Didier Eribon’un bu kitabı, yazarın annesinin hayatı üzerinden Fransa’nın işçi sınıfına, yaşlılığa, toplumsal cinsiyete ve sınıfsal eşitsizliklere dair kişisel ve politik bir sorgulama yapıyor. Eribon, annesinin ölümüyle birlikte onu sadece bir anne figürü olarak değil, aynı zamanda toplumun en alt katmanlarında yaşamış bir kadın olarak anlamaya çalışıyor. Bu çaba, kişisel bir yas sürecinden ziyade sosyolojik ve politik bir yüzleşmeye dönüşüyor.

Kitap boyunca Eribon, annesinin hayatını işçilik, yoksulluk, cinsiyetçilik ve sessizlik içinde geçen bir ömür olarak betimliyor. Onun hikâyesi, sadece bireysel bir kader değil, aynı zamanda bir sınıfın kolektif deneyimi olarak karşımıza çıkıyor. Kadınların toplumda üstlendikleri görünmeyen emek, bakıcılık ve itaat rollerinin nasıl nesilden nesle aktarıldığını sorguluyor. Annesinin yaşlılığında maruz kaldığı yalnızlık ve sağlık sistemiyle olan sorunlar, sosyal devletin gerilemesinin etkilerini açıkça ortaya koyuyor.

Eribon, annesinin yaşamını anlatırken kendi geçmişiyle, sınıf atlamasıyla ve entelektüel kimliğiyle hesaplaşıyor. Annesiyle olan mesafesini, zamanla oluşan duygusal kopuşu ve bunun yarattığı suçluluğu açık yüreklilikle paylaşıyor. Bu kişisel anlatı, aynı zamanda Fransa’daki neoliberal politikaların, sağlık ve bakım sistemindeki dönüşümlerin alt sınıfları nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

‘Halktan Bir Kadının Yaşamı, Yaşlılığı ve Ölümü’ (‘Vie, vieillesse et mort d’une femme du peuple’), sadece bir hayat hikâyesi anlatmıyor; unutulmuş, görünmeyen ve susturulmuş hayatların bir toplumu nasıl şekillendirdiğini gösteriyor. Eribon, annesinin sessizliğinde, tüm bir sınıfın susturulmuş tarihini duyulabilir kılmaya çalışıyor.

  • Künye: Didier Eribon – Halktan Bir Kadının Yaşamı, Yaşlılığı ve Ölümü, çeviren: İmre Özkoray, İletişim Yayınları, anlatı, 231 sayfa, 2025

Edmund de Waal – Camondo’ya Mektuplar (2025)

Edmund de Waal’ın bu kitabı, hayali mektuplar biçiminde kaleme aldığı derin bir düşünce-nesne ilişkisi üzerine meditasyon kitabı. 58 mektubun adresi, 19. Yüzyıl İstanbul’una, özellikle de Galata semtinde derin izler bırakan Camondo Ailesi’nin fertlerinden Moïse de Camondo. De Waal, bu mektuplarda Camondo’nun anılarını, yasını, sanatla ve nesnelerle kurduğu bağı inceliyor.

Moïse de Camondo, oğlu Nissim’i I. Dünya Savaşı’nda kaybettikten sonra evini müze olarak devlete bırakmış; evi olduğu gibi korumayı vasiyet etmiş. De Waal, bu “donmuş” mekânın izlerini sürüyor. Evin her odasını gezip, arşivdeki günlük yaşam nesnelerine ve notlara dokunuyor. Ama asla eşyalara müdahale etmeyip, yalnızca eklemeler öneriyor: porselenden küçük objeler, altın ve kurşunla yapılan kintsugi benzeri “tamir” işaretleri…

Ev sadece dekor değil; yankılanan seslerin, yemek kokularının, arşiv notlarının, hizmetli listelerinin bulunduğu bir yaşam alanı. De Waal, bu alanı bellek ve yas mekânı olarak yeniden keşfediyor. Araya gizlenmiş eserler, bazen bir vitrinin içinde kimi zaman gizli bir çekmecede yer alıyor. Camondo’nun hatırasına düşlediği onurlu bellek biçimlerine cevaben, sanatçı “broken places” olarak tanımladığı kırılgan noktaları tespit ederek zarif müdahalelerle işaretliyor.

Açık avluda yer alan sekiz taş bank da bu sürecin parçası: sessizlikte oturmak için, kayıp üzerinde düşünmek için düşünülmüş. Her bankta altın ve kurşundan küçük bir kırık izi var; markajla değil, saygıyla onarma arzusu taşıyor. Bu bir tamir değil, “kırıkların estetikle onurlanması” gibi.

De Waal’ın evi “tamir etme” değil, aynı zamanda “iz bırakma” arzusu var. “You cannot mend this house or this family, but you can mark the broken places with dignity, with love.” (Evi ya da aileyi tamir edemezsiniz ama kırıkları onurla, sevgiyle işaretleyebilirsiniz.) mesajı bu dilekleri somut şekilde ifade ediyor.

‘Camondo’ya Mektuplar’ (‘Letters to Camondo’), sadece bir anma kitabı değil; nesneler aracılığıyla geçmişin izini süren, yas ile sanat, hatıra ile mekân arasında ince, estetik bir köprü kuran eşsiz bir eser.

  • Künye: Edmund de Waal – Camondo’ya Mektuplar, çeviren: Gülenay Börekçi, Everest Yayınları, anlatı, 224 sayfa, 2025

Maria Stepanova – Belleğin Anısına (2025)

Maria Stepanova’nın bu kitabı, yazarın kendi ailesinin geçmişini ve Rusya’nın 20. yüzyıl tarihini iç içe geçiren, deneysel ve çok katmanlı bir anlatı. Stepanova, eski fotoğraflar, mektuplar, günlükler ve çeşitli ailevi nesneler aracılığıyla, kayıp yakınlarının izini sürerken, hafıza, tarih ve unutuşun doğasını sorgular. ‘Belleğin Anısı’ (‘Pamyati Pamyati’), sadece kişisel bir aile öyküsü anlatmakla kalmaz, aynı zamanda Sovyet dönemi ve sonrası Rus toplumunun travmalarını, kolektif hafızanın kırılganlığını ve tarihin bireysel yaşamlar üzerindeki derin etkisini de ele alır. Stepanova, geleneksel biyografik anlatıdan uzaklaşarak, farklı anlatı biçimlerini, denemeleri, şiirsel pasajları ve tarihi alıntıları bir araya getirir ve okuyucuyu hafızanın labirentlerinde dolaştırır.

Stepanova, ailesinin sıradan üyelerinin, büyük tarihi olayların gölgesinde kalmış yaşamlarını yeniden canlandırmaya çalışırken, hafızanın seçici ve yanıltıcı doğasını da göz önünde bulundurur. Kitap, aile üyelerinin hayatta kalma mücadelelerini, aşklarını, kayıplarını ve ideolojik dönüşümlerini aktarırken, aynı zamanda bu anlatıların ne kadarının gerçekte hatırlanan, ne kadarının ise sonradan inşa edilen veya unutulan parçalardan oluştuğu sorusunu sorar. Yazar, aile arşivindeki boşlukları, sessizlikleri ve çelişkileri de dürüstçe kabul eder ve bu boşlukların, anlatının kendisi kadar anlamlı olduğunu ileri sürer.

‘Belleğin Anısı’ sadece bireysel hafızanın değil, aynı zamanda ulusal hafızanın da nasıl inşa edildiğini sorgulayan bir metindir. Stepanova, Sovyet dönemi atmosferinin, insanların kendi geçmişleriyle kurdukları ilişkiyi nasıl etkilediğini ve suskunluğun kuşaklar boyunca nasıl aktarıldığını inceler.

Kitap, fotoğrafın, mektubun ve diğer maddi kalıntıların hafızayı canlandırma ve şekillendirme gücünü de derinlemesine ele alır. Stepanova, bu nesnelerin sadece geçmişe açılan pencereler olmadığını, aynı zamanda bugünün bakış açısıyla yeniden yorumlandığını ve anlamlandırıldığını gösterir.

‘Belleğin Anısı’, hafızanın doğrusal ve kesin bir kayıt olmadığını, aksine sürekli değişen, kaygan ve kişisel yorumlara açık bir süreç olduğunu vurgular. Maria Stepanova, bu deneysel romanıyla, hafızanın, tarihin ve edebiyatın sınırlarını zorlayarak, okuyucuyu kendi geçmişi ve kolektif hafıza üzerine düşünmeye davet eden özgün ve etkileyici bir eser ortaya koyar.

Künye: Maria Stepanova – Belleğin Anısına, çeviren: Eyüp Karakuş, Can Yayınları, anlatı, 480 sayfa, 2025

Jean Améry – İstemli Ölüm (2025)

Jean Améry’nin ‘İstemli Ölüm’ adıyla Türkçeye çevrilen bu derinlikli eseri, yazarın toplama kampı deneyiminin psikolojik izlerini ve intihar düşüncesini felsefi bir perspektifle incelemesidir.

Améry, Auschwitz ve Bergen-Belsen gibi Nazi toplama kamplarında yaşadığı dehşet verici deneyimlerin ardından, yaşamın anlamı ve insanın özgürlüğü üzerine derinlemesine düşünmeye başlar. Kitapta, bu deneyimlerin psikolojik etkilerini ve bireyin kendi hayatına son verme hakkını felsefi bir çerçevede tartışır.

Yazar, intiharı sadece bireysel bir eylem olarak değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal koşulların bir sonucu olarak da ele alır. Toplama kamplarında yaşanan insanlık dışı koşulların, bireyin yaşam hakkını nasıl zedelediğini ve intiharı kaçınılmaz kılan bir hale nasıl getirdiğini detaylı bir şekilde analiz eder.

Améry, intiharı bir kaçış olarak değil, aksine özgürlüğün son çaresi olarak görür. Ona göre, insanın kendi hayatına son verme hakkı, temel bir insan hakkıdır ve bu hak, bireyin özgür iradesinin bir ifadesidir. Ancak, intiharın kolayca alınabilecek bir karar olmadığını ve derinlemesine düşünülmesi gerektiğini vurgular.

Kitapta, Améry aynı zamanda suçluluk, vicdan, insanlık onuru gibi kavramları da sorgular. Toplama kamplarında yaşananların vicdanlarda yarattığı derin yaraları ve bu yaraların iyileşmesinin ne kadar zor olduğunu anlatır.

‘İstemli Ölüm’ sadece intihar üzerine bir inceleme değil, aynı zamanda insanlık durumu, özgürlük, acı ve umut üzerine derinlemesine bir düşünce deneyidir. Améry, okuru zorlayıcı sorularla karşı karşıya bırakarak, kendi yaşamı ve dünyası hakkında derinlemesine düşünmeye teşvik ediyor.

  • Künye: Jean Améry – İstemli Ölüm, çeviren: Aydın Gelmez, Sel Yayıncılık, anlatı, 216 sayfa, 2025

Miyamoto Musashi – Yalnız Yürünen Yol (2024)

“Kılıcı dövmek için bin gün, işlemek için on bin gün eğitim gerekir. Ama bir düelloda karar bir saniyede verilir.”

Japonya’nın efsanevi samurayı Miyamoto Musashi’nin 1645’te ölümünden bir hafta önce yazdığı kısa bir eser olan ‘Yalnız Yürünen Yol’, 21 maddeden oluşuyor.

Büyük ölçüde Musashi’nin ölüme hazırlık amacıyla eşyalarını bağışlaması üzerine yazdığı ve en sevdiği öğrencisi Terao Magonojō’ya ithaf ettiği bu metin onun hayatının samimi bir özeti niteliğinde.

‘Yalnız Yürünen Yol’; katı, dürüst ve münzevi bir yaşam görüşünü ifade eder.

Yaşamı boyunca dövüş yeteneği kadar sanat eserleriyle de ünlü olan Musashi’nin yazdığı bu son kelimeler hayatının bir yansıması.

Edo döneminin ortalarından itibaren bu kısa metin Ni-ten Ichi-ryū takipçileri tarafından el üstünde tutulmuş ve Jiseisho (otobiyografi) olarak görülmüştür.

  • Künye: Miyamoto Musashi – Yalnız Yürünen Yol, çeviren: Yasin Öner, Altıkırkbeş Yayınları, anlatı, 48 sayfa, 2023

Mary Cregan – Geride Kalan (2023)

Yeni doğan kızının ölümünden sonra amansız bir depresyonun pençesine düşen bir kadının, hayatını ve kendini yeniden keşfetmesinin hikayesi.

‘Geride Kalan’, depresyon ve intihar gibi zorlu konularla mücadele eden sayısız insan için bir umut ışığı.

Yazar Mary Cregan, yaşadıklarından yola çıkarak en karanlık gecenin sabahına çıkmanın mümkün olduğunu gösteriyor, bunu yaparken edebiyatın, kültürel tarihin ve bilimsel araştırmaların sokağından geçmeyi de ihmal etmiyor.

Bu kitap, yalnızca bir otobiyografi değil, aynı zamanda depresyon hakkında derin bir anlayış sunan kapsamlı bir çalışma.

Aşılması zor görünen güçlüklerle karşılaşan ve hayatlarını daha iyi bir yönde değiştirmek isteyen herkes için güçlü bir ilham kaynağı olmaya aday.

  • Künye: Mary Cregan – Geride Kalan: Kayıpla Yaralanmış Bir Ruhun İyileşme Hikayesi, çeviren: Demet Karaman, Okuyanus Yayınları, anlatı, 240 sayfa, 2023

Umut Şener – Senem (2022)

Bu yıl Almanya’ya işçi göçünün 60. yılı…

Senem Bakır ilk giden işçi kadınlardan biri.

O gideli de tam 50 yıl geçmiş…

Bu 50 yılın içinde tüm gurbetçi hikâyelerinden bir parça, bir izdüşüm, bazen de acı var…

Umut Şener bu kitabında, Senem Bakır’ın iniş çıkışlarla dolu hayatını anlatıyor.

9 çocuk ve 26 torun, onların çocukları…

Kartal gibi yavrularına kanat geren, onlar için her zorluğa göğüs geren bir kadın…

Kadınlar dünyanın her yerinde direnişlere öncülük ediyorlar.

Çocuklarını korumak, gelecek düşlerine sahip çıkmak adına…

O yüzden bu kadın anlatılmalıydı.

Covid pandemisi değişe dönüşe dünyanın dört bir yanında hayatları alt-üst etmeye devam ediyor.

Ekonomik, siyasi yanları kadar sosyolojik olarak da dünya halklarının hayatlarında derin izler, dahası yaralar bırakıyor.

Yüzbinlerce insanın sevdiklerini kaybederek yaşadığı acıyı, bir ailede bıraktığı izlerle gözler önüne seren bir hikâye bu.

  • Künye: Umut Şener – Senem, Sınırsız Kitap, anlatı, 120 sayfa, 2022

Nastassja Martin – Vahşi Hayvanlara İnanmak (2022)

‘Vahşi Hayvanlara İnanmak’, insan ile insandışının diyalog kurduğu çarpıcı bir metin.

Yüzünü paramparça eden bir ayının saldırısından kurtulduktan sonra geçirdiği dönüşümü bizimle paylaşıyor.

Antropolojik bir araştırma için ormanın derinliklerinde, doğayla mümkün olduğunca iç içe yaşayan anlatıcı, 25 Ağustos 2015’te, Rusya’nın Kamçatka bölgesinde bir ayıyla karşı karşıya gelir ve iki dünya arasındaki sınırlar çöker.

Bu karşılaşma ondan yüzünün yarısını almakla kalmaz, efsane gerçekle, geçmiş şimdiki zamanla buluşur.

Bölge halkı için o artık bir “miedka”, yani iki dünya arasında yaşayan yarı insan yarı ayıdır.

Kuzey Kutbu halkları konusunda uzman bir antropolog olan Nastassja Martin, yüzünü paramparça eden ayının saldırısından kurtulduktan sonra geçirdiği dönüşümü anlattığı bu sıra dışı kitapta, hayvanda ötekilik gören natüralizmden son derece uzak, farklı bir yüzleşme deneyimi sunuyor.

  • Künye: Nastassja Martin – Vahşi Hayvanlara İnanmak, çeviren: Gülce Bacalan, Can Yayınları, anlatı, 120 sayfa, 2022

Hans Magnus Enzensberger – Hayatta Kalma Sanatçıları (2021)

Yirminci yüzyıl, devletin terörüne ve tasfiyelerine rağmen hayatta kalan yazarlar bakımından parlak bir çağdı.

Tabii bu bekanın beraberinde getirdiği ahlâkî ve siyasî ikilemlerle birlikte.

Bu sırada neler oldu onlara?

İktidara teslim olmayacak kadar sapasağlam durdular mı yerlerinde?

Şair ve yazar Hans Magnus Enzensberger, kimisi kahramanca kimisi utandırıcı yollarla, ama esas olarak eseriyle hayatta kalabilmiş, bütün dünyadan yazarların kısa portrelerini çiziyor.

Aralarında Hamsun, Gorki, Colette, Jaroslav Hašek, Ezra Pound, Ivo Andriç, Céline, Breton, Brecht, Neruda, Baldwin, İsmail Kadare gibi meşhurlar da var, o kadar fazla bilinmeyenler de.

Bu arada, Orhan Veli Kanık da var.

Kadri bilinmeyenler de var, şöhretle şişirilmiş olanlar da.

Komünistler, faşistler ve “renksizler” var.

Hırs küpleri de var, inzivaya çekilmiş olanlar da.

Fikri bir yana zikri bir yana saçılanlar da var, tutarlılar da.

Enzensberger, bilgiye dayanan sağlam bir tasvirle beraber öznel yorumunu da esirgemeden, 20. yüzyılın kalburüstü 99 yazarını anlatıyor.

Kitap büyüklük hummasına kapılan, gümbürtülü başarılar kazanan, sonradan görmeler gibi böbürlenen ve gıcırtılı bir yoksulluk içinde batıp giden yazarları bir araya getiriyor.

  • Künye: Hans Magnus Enzensberger – Hayatta Kalma Sanatçıları: 20. Yüzyıldan 99 Edebî Vinyet, çeviren: Tanıl Bora, İletişim Yayınları, anlatı, 321 sayfa, 2021