Sigmund Freud – Haz İlkesinin Ötesinde (2025)

Freud, bu metninde psikanalizin temel varsayımı olan “haz ilkesi”nin evrenselliğini sorguluyor. Haz ilkesi, canlı organizmaların acıdan kaçıp hazza yönelme eğiliminde olduğunu varsayıyor. Ancak Freud, klinik gözlemlerinde bu ilkenin ötesine geçen, hatta ona karşı çalışan eğilimlerle karşılaştığını ifade ediyor. Özellikle travma sonrası nevrozlar, bireyin sürekli olarak acı verici bir deneyimi zihninde tekrar ettiğini gösteriyor. Bu durum, yalnızca haz ilkesine dayalı bir açıklamayla kavranamıyor.

Freud, çocukların belli bir nesneyi oyunlarında tekrar tekrar canlandırmasını da bu bağlama yerleştiriyor. Çocuk, oyunu aracılığıyla hoş olmayan bir deneyimi denetleme ve yeniden anlamlandırma çabası içine giriyor. Burada tekrarın yalnızca haz verici bir amaca değil, kontrol arzusuna da hizmet ettiği görülüyor. Haz ilkesinin ötesinde işleyen bir başka psikolojik dinamiğin varlığı böylece hissediliyor.

Bu çerçevede Freud, “tekrar zorlantısı” kavramını geliştiriyor. Organizmanın kendisini travmatik bir duruma istemsizce yeniden sokma eğilimini, yaşam güdüsünün karşı kutbunda yer alan bir başka güdüyle, yani “ölüm dürtüsü”yle ilişkilendiriyor. Ona göre canlı, ilkel ve cansız bir duruma dönme yönünde bilinçdışı bir eğilim taşıyor. Yaşamı sürdüren Eros ile onu çözmeye çalışan Thanatos arasındaki bu gerilim, insan davranışının temelinde yer alıyor.

Freud’un bu metni, psikanalitik kuramda bir kırılma noktası oluşturdu. Yalnızca bireysel davranışları değil, uygarlığın gelişim sürecini de bu iki temel dürtü arasındaki çatışma üzerinden açıklıyor. ‘Haz İlkesinin Ötesinde’ (‘Jenseits des Lustprinzips’), Freud’un düşüncesinde karanlık olanın, yıkıcı olanın ve tekrarın temel psikolojik yapı taşları olarak nasıl ele alındığını gösteriyor.

  • Künye: Sigmund Freud – Haz İlkesinin Ötesinde, çeviren: Sinan Köseoğlu, Say Yayınları, psikanaliz, 120 sayfa, 2025

Isée Bernateau – Denize Nazır (2025)

Isée Bernateau’nun bu eseri, psikanalitik kuramın düşünsel sınırlarını zorlayarak bireyin psişik yapılanmasının mekânsal boyutlarına odaklanıyor. ‘Denize Nazır’ (‘Vue sur mer: Lieux d’ancrage du psychisme’), özellikle “denize nazır manzara” metaforunu kullanarak, insanın iç dünyasındaki köklenme, yer edinme ve aidiyet arzusunu anlamlandırmaya çalışıyor. Bu bağlamda, psikanalitik bağlamda “yer” ve “mekân” sadece coğrafi ya da fiziksel değil, aynı zamanda duygusal, simgesel ve zihinsel alanlara işaret ediyor. Denize nazır bir pencere, yalnızca bir manzara değil; bilinçdışıyla, geçmişle ve arzuyla kurulan bir bağın da simgesi haline geliyor.

Bernateau, bireyin psikanalitik öyküsünde kimi mekânların bir tür “psişik sığınak” haline geldiğini gösteriyor. Bu sığınaklar, bazen bir çocukluk odası, bazen bir sahil kasabası, bazen de yalnızca hayal edilen ama hiç yaşanmamış bir köşe olabiliyor. Bu bağlamda kitap, Winnicott’un “geçiş alanı” kuramı, Bachelard’ın mekân poetikası ve Freud’un “yer değiştirme” düşüncesiyle diyalog kuruyor. Yazar, psikanalizin teknik sınırlarını zorlarken, aynı zamanda terapötik sürecin hem zamansal hem de mekânsal doğasını irdeliyor. Psişik yapılanma yalnızca geçmiş deneyimlerin değil, aynı zamanda bu deneyimlerin zihinde nasıl “yer tuttuğunun” bir sonucu olarak biçimleniyor.

Sonuç olarak ‘Denize Nazır’, klasik psikanaliz literatüründen farklı olarak, içsel manzaraların dışsal mekânlarla nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor. Bu özgün yaklaşım, terapi sürecine yeni bir derinlik kazandırıyor.

  • Künye: Isée Bernateau – Denize Nazır, çeviren: İrem Göksu, Yapı Kredi Yayınları, psikanaliz, 128 sayfa, 2025

Roger Perron – Neden Psikanaliz? (2025)

Roger Perron bu eserinde psikanalizin hem bireysel hem toplumsal düzeyde neden hâlâ önemli bir çalışma alanı olduğunu açıklıyor. Psikanalize dair temel sorulardan biri olan “Neden psikanaliz?” sorusu, yazarın hem teorik hem pratik gözlemlerinden süzülen çok boyutlu bir yanıtla karşılık buluyor. Bu yanıt yalnızca psikolojik bir ihtiyaçla sınırlı kalmıyor; kültürel, tarihsel ve etik boyutları da içine alıyor.

Perron, psikanalizi yalnızca bir tedavi yöntemi olarak değil, insan ruhunun karmaşıklığını anlamaya yönelik entelektüel bir uğraş olarak da konumlandırıyor. Freud’un başlattığı bu yolculuğun, çağdaş düşünce sistemlerine etkisini göz ardı etmiyor. Ona göre psikanaliz, insanın kendine dair farkındalık geliştirmesine olanak tanıyan bir içsel aynayı temsil ediyor. Bu ayna hem bireyin geçmişini hem bilinçdışını görünür kılıyor.

‘Neden Psikanaliz?’ (Une Psychanalyse, Pourquoi?’), psikanalize duyulan şüpheleri ve bu yöntemin eleştirilerini de ciddiyetle ele alıyor. Perron, psikanalizin zaman zaman bir dogmaya dönüştürüldüğünü kabul ediyor ancak bu yöntemin özündeki sorgulayıcı ve çözümleyici gücün kaybolmadığını savunuyor. Psikanalizi savunurken onu romantikleştirmiyor, aksine sınırlarını ve risklerini de açıkça ortaya koyuyor.

‘Neden Psikanaliz?’, bireyin iç dünyasını çözümlemek isteyen okurlar için yön gösterici bir metin olmayı sürdürüyor. Perron, analitik düşüncenin sadece terapötik değil, aynı zamanda felsefi ve etik bir alan olduğunu gösteriyor. Psikanaliz, insanın hem kendiyle hem başkalarıyla kurduğu ilişkiyi daha derinden kavramasını sağlıyor.

  • Künye: Roger Perron – Neden Psikanaliz?, çeviren: Alp Tümertekin, Minotor Kitap, psikanaliz, 368 sayfa, 2025

Joyce McDougall – Binbir Yüzüyle Eros (2025)

Joyce McDougall bu çalışmasında, insan cinselliğini psikanalitik bir perspektifle inceliyor. Cinselliğin yalnızca bedensel bir dürtü değil, aynı zamanda fanteziler, travmalar, bilinçdışı arzular ve kimlik meseleleriyle iç içe geçmiş karmaşık bir alan olduğunu savunuyor. McDougall, cinselliğin her bireyde farklı biçimlerde tezahür ettiğini ve bu farklılıkların tek bir patolojik kategoriye indirgenemeyeceğini gösteriyor. ‘Binbir Yüzüyle Eros: İnsan Cinselliğinin Psikanalitik Keşfi’ (‘The Many Faces of Eros: A Psychoanalytic Exploration of Human Sexuality’), norm dışı davranışları da anlamaya çalışıyor ve onları bastırmak yerine anlamlandırmaya yöneliyor.

Yazar, nevrotik, psikotik ve sınır durumdaki bireylerin cinsel davranışlarını vaka örnekleriyle ele alıyor. Bu örnekler üzerinden, cinselliğin bastırılmış deneyimler, çocukluk travmaları ve ebeveyn ilişkileriyle nasıl şekillendiğini açıklıyor. McDougall, cinselliği bir semptom olarak değil, içsel bir anlatım biçimi olarak yorumluyor. İnsanların cinsel seçimlerinin, kimliklerinin ve arzularının ardında çoğu zaman derinlikli psikolojik yapılar bulunuyor. Özellikle fetişizm, sadomazoşizm ve cinsel kimlik sorunları gibi konuları açıklarken yargılamadan analiz ediyor.

McDougall, psikanalizin yalnızca patolojiyi çözümlemek için değil, bireyin kendini anlama sürecine eşlik eden bir keşif yolu olduğunu vurguluyor. Kitap, Eros’un birleştirici, yaratıcı ama aynı zamanda yıkıcı gücünü göz önüne seriyor. Cinselliğin çok yönlü doğası, bireyin tüm ruhsal yaşamıyla bağlantı kuruyor. McDougall, bu karmaşıklığı anlamaya çalışırken okuyucuyu da daha açık ve empatik bir bakışa davet ediyor.

  • Künye: Joyce McDougall – Binbir Yüzüyle Eros: İnsan Cinselliğinin Psikanalitik Keşfi, çeviren: Aylin Deniz Ülkümen, Yapı Kredi Yayınları, psikanaliz, 304 sayfa, 2025

Patrick J. Casement – Hayattan Öğrenmek (2025)

Patrick J. Casement, yıllarca sürdürdüğü psikanalistlik deneyimini bu kez kendi hayat hikâyesi üzerinden anlatıyor. ‘Hayattan Öğrenmek’ (‘Learning From Our Life’), yalnızca bir terapistin düşünsel dönüşümünü değil, aynı zamanda sıradan bir insanın kırılganlıklar ve fark edişler içindeki içsel yolculuğunu gözler önüne seriyor. Casement, bireyin iç dünyasıyla kurduğu ilişkinin çocukluk deneyimlerinden ne kadar etkilendiğini gösteriyor. Kendi geçmişindeki yaraları dürüstlükle paylaşıyor ve okuyucuyu benzer keşiflere teşvik ediyor.

Kitap, bir yaşamın yalnızca yaşanmakla kalmadığını, dikkatle dinlenip içselleştirildiğinde dönüştürücü bir güce sahip olduğunu vurguluyor. Casement, hem analist hem de danışan kimliğini birlikte taşıdığı anlarda neler öğrendiğini aktarıyor. Özellikle bastırılmış anıların, fark edilmeden bugünkü seçimleri nasıl şekillendirdiğini örneklerle açıklıyor. Kendini tanımanın, dış dünyayı değil iç sesi dinleyerek mümkün olduğunu savunuyor.

Casement’in yaklaşımı, geçmişin izlerini geleceğe taşıyan köprüleri görünür kılıyor. Anılar ve duygular arasında kurduğu bağlantılar sayesinde hayatın kendisinden öğrenmenin mümkün olduğunu söylüyor. Bu süreçte zaman zaman acı veren yüzleşmeler yaşanıyor ancak bunlar bireysel olgunlaşmanın kapılarını aralıyor. ‘Hayattan Öğrenmek’, terapiye ilgi duyanlar kadar, kendi yaşam öyküsünü anlamlandırmak isteyen herkes için derinlikli bir kılavuz sunuyor. İçsel farkındalığın iyileştirici etkisini örnekliyor.

  • Künye: Patrick J. Casement – Hayattan Öğrenmek, çeviren: Anıl Can Sedef, Okuyanus Yayınları, psikanaliz, 332 sayfa, 2025

Ludwig Binswanger – Ellen West Vakası (2025)

Ludwig Binswanger’ın bu eseri, çarpıcı bir varoluşsal vaka incelemesi sunuyor. Ellen West, anoreksiya ve ölüm takıntısıyla yüz yüze, zihinsel çöküntüye sürüklenen bir hastaydı. Sigmund Freud’un yakın arkadaşı olan ancak anlayış olarak ondan bir o kadar da o uzak olan psikiyatrist Ludwig Binswanger, bizlere detaylı ve edebi sunum tarzıyla tarihe ilk varoluşçu vaka sunumu olarak geçen Ellen West vakasını sunuyor.

Binswanger, onu yalnızca bir yeme bozukluğu vakası değil, aynı zamanda varoluş sorunu ekseninde yorumluyor. Bu vaka incelemesiyle Binswanger, “daseinsanalysis” yaklaşımını uyguluyor; yani insanın “dünyada-olma” (Dasein) halinin analizine odaklanıyor.

Binswanger’a göre Ellen’in anoreksisi yalnızca bedenle ilgili değil; aynı zamanda ego ile süperegonun, ben ile ideal benin çatıştığı derin bir iç savaşı yansıtıyor. Onun hayatı, gıda ve ölüm arasındaki sembolik ilişkiyle örülüydü: yemek yemek ölüm kaygısını, ölüm düşüncesi ise yaşam arzusunu körüklüyordu. Binswanger, bu içsel çelişkileri, Ellen’in “mezar dünyası” ile “göksel dünya” arasında bölünmüş bir varoluşa hapsolması şeklinde tanımlıyor.

Ellen’in hikâyesini anlatırken Binswanger, kronolojik bir biyografi sunmanın ötesine geçiyor: onu sosyal çevresi, tarihsel emeği ve bedenle kurduğu varoluşsal gerilim içinde değerlendiriyor. Klinik gözlemleri sonucu, ölüm düşüncesinin Ellen için varoluşsal bir çıkış olduğunu ve intiharın ona göre bir “hayat projesinin tamamlanışı” gibi görüldüğünü savunuyor.

Sonuç olarak ‘Ellen West Vakası: Antropolojik-Klinik Bir Çalışma’ (‘The Case of Ellen West: An Anthropological‑Clinical Study’) , Ellen West’in ölümü sonrasında vakayı bir arınma ve özerklik deneyimi olarak yorumluyor. Ancak bu arınmanın aynı zamanda trajik olduğunu; çünkü birey yaşamı ancak ölümle “tam” kazanım olarak görüyor.

  • Künye: Ludwig Binswanger – Ellen West Vakası: Antropolojik-Klinik Bir Çalışma, çeviren: Oğuzhan Herdi, Sfenks Kitap, psikanaliz, 176 sayfa, 2025

Christopher Bollas – Çağrışımlı Nesne Dünyası (2025)

Christopher Bollas, bu kitapta gündelik nesnelerin insan ruhundaki derin çağrışımlarını psikanalitik bir perspektifle inceliyor. Ona göre nesneler yalnızca işlevsel varlıklar değil; geçmiş yaşantılar, duygular ve kimlik parçalarıyla yüklü sembollerdir. İnsanlar, bilinçdışı düzeyde bu nesnelerle etkileşim hâlinde kendi benlik yapılarını kurar ve yeniden üretirler. Bu nedenle nesneler, salt maddi değil, duygusal birer ortamdır.

Bollas, “evocative object” (çağrışımsal nesne) kavramıyla, kişide bir duyguyu ya da hatıralar zincirini harekete geçiren nesneleri tanımlıyor. Bu tür nesneler, kişinin iç dünyasındaki derinliklere ulaşır; bir koku, eski bir oyuncak ya da bir şarkı, bilinçdışında saklı kalmış hisleri gün yüzüne çıkarabilir. Bu da nesneleri, kimliğin sessiz ama güçlü yapıtaşları hâline getirir.

‘Çağrışımlı Nesne Dünyası’ (‘Evocative Object World’) adlı bu kitapta, çocukluk deneyimlerinin bu nesne dünyasında nasıl biçimlendiği önemli bir yer tutuyor. Bollas’a göre birey, erken yaşlardan itibaren çevresindeki nesnelerle kurduğu ilişkiler aracılığıyla kendini tanımaya başlar. Bu ilişkiler sadece aidiyet değil, aynı zamanda özlem, kayıp ve dönüşüm duygularını da taşır. Bu nedenle nesneler, içsel manzaraların sessiz tanıklarıdır.

Bollas ayrıca modern yaşamın nesnelerle olan bağımızı nasıl yüzeyselleştirdiğini de sorgular. Tüketim kültürü, nesneleri anlamsızlaştırırken, bireylerin içsel dünyalarıyla olan bağlarını da zayıflatır. Kitap, nesnelerin ruhsal yaşamdaki rolünü yeniden düşünmeye çağırıyor. Her nesne, hatırlanmayan bir duygunun, söylenmemiş bir hikâyenin kapısını aralayabilir.

  • Künye: Christopher Bollas – Çağrışımlı Nesne Dünyası, çeviren: Şahika Tokel, Yapı Kredi Yayınları, psikanaliz, 120 sayfa, 2025

Mladen Dolar – Söylentinin Felsefesi (2025)

Mladen Dolar’ın bu çalışması, söylentilerin yalnızca doğruluğu belirsiz haberler değil, aynı zamanda bilgi, iktidar ve toplumsal yapı arasındaki gerilimlerin bir ifadesi olduğunu ileri sürüyor. Söylentiler, resmi bilgi kanallarının dışında dolaşan ama onları sürekli rahatsız eden, güvenilir bilgi rejimlerini sorgulatan bir formdur. ‘Söylentinin Felsefesi: Sokrates’ten Sosyal Medyaya’ (‘Rumors’), söylentiyi, merkezî otoriteyi aşındıran ve bilgi akışını demokratikleştiren bir yapı olarak görüyor. Ancak aynı zamanda bu yapı, dezenformasyon ve kitle manipülasyonu için de güçlü bir araçtır.

Kitap, söylenti kavramını hem tarihsel hem de teorik düzeyde tartışır. Antik mitlerden günümüz politik iklimine kadar uzanan bu analizde, söylentinin sadece içerik değil, biçim ve yayılma tarzı üzerinden de değerlendirilmesi gerektiği savunulur. Lacancı psikanaliz ışığında söylenti, bastırılmış olanın geri dönüşü, arzunun taşıyıcısı ve kolektif bilinçdışının dışavurumu olarak yorumlanır. Söylenti, Dolar’a göre, bilinmeyenin tetiklediği bir dolaşım krizidir.

Sosyal medya çağında söylentilerin gücü daha da artmıştır. Algoritmalarla beslenen bilgi akışı, söylentilerin doğruluktan çok etkileşim yaratma potansiyeline göre değerlendirildiği bir ortam oluşturur. Bu da hakikat-sonrası çağın bir yansımasıdır. Kitap, dedikodunun ötesinde, söylentiyi bilgi-politik bir aygıt olarak konumlandırır. ‘Söylentinin Felsefesi’, bilgiyi kim üretir, nasıl dolaşır ve hangi koşullarda sorgulanır sorularına eleştirel bir perspektifle yaklaşıyor.

  • Künye: Mladen Dolar – Söylentinin Felsefesi: Sokrates’ten Sosyal Medyaya, çeviren: Can Koçak, Axis Yayınları, felsefe, 96 sayfa, 2025

Joyce McDougall – Bedenin Tiyatroları (2025)

Joyce McDougall’ın bu kitabı, psikanalitik bir bakış açısıyla psikosomatik hastalıkları, yani zihinsel ve duygusal faktörlerin bedensel semptomlar aracılığıyla kendilerini gösterme biçimlerini derinlemesine inceliyor. ‘Bedenin Tiyatroları: Psikosomatik Hastalıklara Psikanalitik Yaklaşım’ (‘Theatres of the Body: A Psychoanalytic Approach to Psychosomatic Illness’), bedenin, ruhsal çatışmaların ve ifade edilemeyen duyguların sahnelendiği bir “tiyatro” olarak işlev gördüğü temel fikrini savunuyor. Kitap, geleneksel psikanalitik yaklaşımların ötesine geçerek, söze dökülemeyen, sembolize edilemeyen veya bastırılan ruhsal materyalin bedensel acıya, semptomlara ve hastalıklara nasıl dönüştüğünü açıklıyor. Yazar, özellikle “normotik” olarak adlandırdığı bireylerin, duygusal deneyimlerini sembolik olarak ifade etmek yerine, doğrudan bedensel yollarla dışa vurma eğiliminde olduklarını belirtiyor. Bu tür bireylerin, iç dünyaları ile dış gerçeklik arasındaki köprüleri kurmakta zorlandıklarını ve bu durumun bedensel semptomların ortaya çıkmasına zemin hazırladığını öne sürüyor.

McDougall, psikosomatik hastalıklarda bedenin, ruhsal acının bir “draması”nı sahnelediğini ve bu dramanın genellikle bilinçdışı süreçlerle bağlantılı olduğunu gösteriyor. Kitap, klinik vakalar ve vaka çalışmaları üzerinden, psikanalitik terapinin bu tür hastalıklarda nasıl bir rol oynayabileceğini detaylandırıyor. Terapinin amacı, bedensel semptomların ardındaki ruhsal anlamı keşfetmek, ifade edilemeyen duyguları söze dökmek ve böylece bedenin “tiyatrosundaki” dramayı dönüştürmektir. Yazar, erken çocukluk deneyimlerinin, bağlanma sorunlarının ve travmaların psikosomatik oluşumlarda nasıl bir etki yarattığını da inceliyor. Psikanalitik süreçte, hasta ile terapist arasındaki aktarım ilişkisinin, bedensel semptomların anlaşılması ve çözümlenmesinde kilit bir rol oynadığını vurguluyor.

‘Beden Tiyatroları’, sadece psikosomatik hastalıkları anlamakla kalmıyor, aynı zamanda psikanalitik teorinin sınırlarını genişleterek beden ve zihin arasındaki karmaşık ilişkiye dair yeni bir bakış açısı sunuyor. McDougall’ın eseri, ruhsal süreçlerin bedensel sağlık üzerindeki derin etkisini ve bu etkileşimin klinik uygulamadaki önemini vurgulayan, psikanaliz ve tıp alanları için ufuk açıcı bir çalışma.

  • Künye: Joyce McDougall – Bedenin Tiyatroları: Psikosomatik Hastalıklara Psikanalitik Yaklaşım, çeviren: Anjelika Şimşek, Sfenks Kitap, psikanaliz, 176 sayfa, 2025

Stephen Greenblatt, Adam Phillips – İkinci Şanslar (2025)

Stephen Greenblatt ve Adam Phillips’in ‘İkinci Şanslar: Shakespeare & Freud’ (‘Second Chances: Shakespeare and Freud’) adlı kitabı, William Shakespeare ve Sigmund Freud’un eserleri aracılığıyla “ikinci şanslar” temasını keşfediyor. Kitap, bu iki önemli düşünürün insan doğası, pişmanlık, yeniden başlama arzusu ve geçmişin geleceği nasıl şekillendirdiği üzerine olan derinlemesine incelemelerini karşılaştırıyor ve bir araya getiriyor.

Greenblatt, Shakespeare’in oyunlarındaki karakterlerin hatalarıyla yüzleşmelerini, affedilme arayışlarını ve yeni bir başlangıç yapma olasılıklarını edebi analizlerle ortaya koyuyor. Örneğin, Kral Lear’ın pişmanlığı, Hamlet’in intikam arayışı ve Prospero’nun bağışlayıcılığı gibi temalar üzerinden ikinci şansların karmaşık doğasını irdeliyor.

Phillips ise Freud’un psikanalitik teorilerini kullanarak, bireylerin travmalarıyla başa çıkma, geçmişin etkisinden kurtulma ve yeni bir benlik inşa etme çabalarını psikolojik bir bakış açısıyla ele alıyor. Tekrarlama zorlantısı, nevroz ve iyileşme süreçleri gibi kavramlar üzerinden ikinci şansların psikodinamiklerini inceliyor.

Kitap, Shakespeare’in edebi dünyası ile Freud’un psikanalitik düşüncesi arasındaki beklenmedik paralellikleri ve kesişimleri ortaya koyarak, “ikinci şans” kavramının insan deneyimindeki merkezi rolünü vurguluyor. Hem edebi hem de psikolojik analizlerin iç içe geçtiği bu çalışma, okuyucuyu insan doğasının derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor ve hatalarımızla yüzleşme, affetme ve yeniden başlama potansiyelimiz üzerine düşünmeye davet ediyor.

Greenblatt ve Phillips, bu iki büyük düşünürün eserleri aracılığıyla, ikinci şansların ne kadar zorlu, karmaşık ve aynı zamanda insan olmanın kaçınılmaz bir parçası olduğunu gösteriyorlar.

  • Künye: Stephen Greenblatt, Adam Phillips – İkinci Şanslar: Shakespeare & Freud, çeviren: Sarp Kaya, Livera Yayınevi, inceleme, 256 sayfa, 2025