Kazimir Maleviç – Süprematizm (2025)

Kazimir Maleviç’in bu çalışması, sanatçının süprematist düşüncesini yalnızca resim alanında değil, mekân, mimarlık ve kozmik bir estetik tasavvur içinde temellendirdiğini gösteren kurucu bir metin olarak öne çıkıyor. Özel tasarımıyla dikkat çeken kitap, Maleviç’in süprematizmi evrensel bir biçim dili haline getirme çabasını hem kuramsal hem de görsel düzlemde görünür kılıyor. Çalışma, kısa ama yoğun bir giriş metninin ardından yer alan otuz dört çizimle, sanatçının soyut form anlayışının mekânsal bir dünya kurma idealine yöneldiğini açık biçimde ortaya koyuyor.

Maleviç, süprematizmi siyah, renkli ve beyaz olarak üç gelişim evresi içinde ele alıyor ve bu evrelerin düzlem üzerinde gerçekleşen inşa sürecinden doğduğunu vurguluyor. Siyah Kare sonrasında biçim, nesneyi temsil eden bir araç olmaktan çıkıyor ve saf hareketin, enerjinin ve dinamizmin göstergesine dönüşüyor. Kare, daire, haç ve çizgi gibi temel biçimler, kompozisyon içinde yalnızca görsel öğe değil, yeni bir mekân deneyiminin yapı taşları olarak karşımıza çıkıyor.

Bu anlayışta süprematik form, faydacı yetkinliğin değil, eylemin ayrışan gücünün ifadesi haline geliyor. Biçim, bir organizma olmaktan ziyade hareketin izini süren bir yön gösterici gibi işliyor ve mekân içinde bir uçağın izlemesi gereken rota metaforuyla düşünülüyor. Böylece perspektif geleneğinin sona erdiği bir eşikte, algının ve mekânın köklü bir dönüşüm geçirdiği sezdiriliyor.

Kitap, Maleviç’in süprematizmi yalnızca bir sanat akımı değil, yeni bir dünya kurma girişimi olarak konumlandırdığını açıkça kanıtlıyor. Kuram ile biçim arasındaki kopmaz bağ burada somutlaşıyor ve modern sanatın nesne temsiline değil, saf duyumsama ve düşünceye dayanan yeni bir estetik düzlemde inşa edildiği güçlü biçimde ortaya çıkıyor.

  • Künye: Kazimir Maleviç – Süprematizm: Otuz Dört Çizim, çeviren: Aykut Köksal, Arketon Yayıncılık, mimari, 80 sayfa, 2025

Juhani Pallasmaa – Tenin Gözleri (2025)

‘Tenin Gözleri’ (‘The Eyes of the Skin’), mimarlığın uzun zamandır görsel algıya aşırı bağımlı hale geldiğini savunarak başlıyor. Juhani Pallasmaa, modern mimari tasarımın gözü merkeze koyduğunu, diğer duyuların ise geri planda bırakıldığını söylüyor. Bu durumun mekân deneyimini yüzeyselleştirdiğini ve insan ile çevresi arasındaki duygusal bağı zayıflattığını vurguluyor.

Kitap, tüm duyuların mimarlık deneyiminde eşit derecede önemli olduğunu ileri sürüyor. Dokunma, işitme, koku ve hatta bedenin mekâna yerleşmesini sağlayan kinestetik duyumlar; yapının hafızayla, zamanla ve insan bedeniyle kurduğu ilişkiyi belirliyor. Pallasmaa’ya göre iyi mimarlık, mekânın sadece nasıl göründüğünü değil, insanın içinde nasıl hissettiğini de düşünerek tasarlanıyor.

Eserde bedenin mimarlığın merkezine yerleştirilmesi gerektiği vurgulanıyor. İnsan, mekânı yalnızca uzaktan seyretmiyor; içinde yürüyerek, duvarlara dokunarak, yankıları duyarak yaşıyor. Bu nedenle mimarlık, duyuların bütünlüğünü gözeten bir “yaşantı sanatına” dönüşüyor. Hafıza, duygu ve hayal gücü, mimari algının ayrılmaz bir parçası olarak ele alınıyor.

Son olarak Pallasmaa, mimarın görevinin yalnızca yapı inşa etmek değil, insanın dünyadaki varoluşunu zenginleştiren duyusal ortamlar yaratmak olduğunu belirtiyor. Mimarlığın amacı, insan bedenine ve ruhuna dokunan bütüncül bir mekânsal deneyim üretmek olarak tanımlanıyor.

  • Künye: Juhani Pallasmaa – Tenin Gözleri: Mimarlık ve Duyular, çeviren: Aziz Ufuk Kılıç, İnka Kitap, mimarlık, 136 sayfa, 2025

Uğur Tanyeli – Gerilimli Değişim (2025)

Uğur Tanyeli’nin ‘Gerilimli Değişim: Türkiye’de Modernlik, Mimarlık ve Siyasal İktidar’ adlı kitabı, Türkiye’de modernleşmenin mimarlık üzerinden nasıl okunabileceğini sorgulayan eleştirel bir düşünce denemesi. Tanyeli, toplumsal ve kültürel dönüşümlerin her zaman bir gerilim alanı yarattığını, bu gerilimin de özellikle mimarlıkta görünür hale geldiğini öne sürüyor. Mimarlık, yalnızca yapılar üretmez; aynı zamanda değişimle baş etmenin, yeniyi olağanlaştırmanın, toplumsal kaygıyı yatıştırmanın bir aracıdır. Ancak Türkiye’de bu aracın sorumluluğu neredeyse bütünüyle devlete yüklenmiştir.

Tanyeli, mimarlığın modernleşme sürecindeki rolünü devlet merkezli düşünme alışkanlığına indirgemeyi “naif bir ideolojik saplantı” olarak tanımlar. Ona göre, toplumsal değişimi yönlendiren tek fail siyasal iktidar değildir; mimarlar, kullanıcılar, kentliler ve kültürel aktörler de bu sürecin etkin öznesidir. Türkiye’deki mimarlık tarihinin, devletin “ufuk açıcı” gücüyle açıklanması, toplumun dinamik çeşitliliğini perdeleyen bir yanılsamadır. Kitap, bu yanılsamayı kırmak için mimarlığı devletin değil, toplumun ürettiği bir anlamlar alanı olarak yeniden konumlandırır.

Tanyeli, modernliğin Türkiye’deki seyrini “gerilimli değişim” kavramıyla açıklar: değişim kaçınılmazdır ama hiçbir zaman pürüzsüz değildir. Her yenilik, yerleşik olanla çatışır; her dönüşüm, eskiyle yeni arasında bir çekişme yaratır. Bu çatışma, mimarlıkta yalnız biçimlerde değil, düşünme biçimlerinde ve mesleki kimliklerde de kendini gösterir.

‘Gerilimli Değişim’, mimarlığı yalnızca teknik bir üretim değil, toplumsal bir düşünme pratiği olarak yeniden tanımlıyor. Devletin gölgesinden çıkarak, Türkiye’nin modernleşme hikâyesini farklı aktörlerin elinde şekillenen bir ortak tarih olarak okumaya davet ediyor.

  • Künye: Uğur Tanyeli – Gerilimli Değişim: Türkiye’de Modernlik, Mimarlık ve Siyasal İktidar, Metis Yayınları, mimari, 360 sayfa, 2025

Ebenezer Howard – Yarının Bahçe Kentleri (2025)

Ebenezer Howard’ın Garden bu ufuk açıcı eseri, modern şehircilik düşüncesinin en önemli dönüm noktalarından biri kabul ediliyor. Howard, 19. yüzyılın sonlarında hızla büyüyen sanayi şehirlerinin yarattığı sorunlara karşı yeni bir toplumsal ve mekânsal düzen öneriyor. Kentlerin kalabalık, kirli ve sağlıksız yapısına karşı, kırın doğallığını ve ferahlığını şehirlere taşıma fikrini ortaya atıyor. Bu yaklaşım, “bahçe-şehir” modelinin temelini oluşturuyor.

Howard’ın önerisi, nüfusun yoğunlaştığı metropollere alternatif olarak çevresi tarım arazileriyle çevrili, belirli bir nüfus sınırına sahip planlı şehirler yaratmak üzerine kurulu. Bu şehirler hem modern kentlerin ekonomik ve kültürel olanaklarını sunuyor hem de doğayla bütünleşmiş yaşam alanları sağlıyor. Bahçe-şehirlerde yeşil alanlar, sosyal kurumlar, toplu taşımaya dayalı ulaşım sistemleri ve işlevsel planlama öne çıkıyor. Böylece şehirler yalnızca barınma alanı değil, aynı zamanda toplumun ortak refahını destekleyen mekânlar haline geliyor.

Howard’ın vizyonu sadece mimari ya da şehircilik alanıyla sınırlı kalmıyor; aynı zamanda sosyal reform niteliği taşıyor. Ona göre bu şehirler, bireylerin sağlıklı ve dengeli yaşam sürmesine, sınıfsal ayrımların azalmasına ve ekonomik fırsatların daha adil paylaşılmasına katkı sağlıyor. Bu bakış açısı, sosyal ütopya ile pratik planlamanın kesişiminde yeni bir kent modeli öneriyor.

‘Yarının Bahçe Kentleri’nde (‘Garden Cities of To-morrow’) geliştirilen fikirler, 20. yüzyıl boyunca şehircilik politikalarını derinden etkiliyor. İngiltere’de Letchworth ve Welwyn gibi bahçe-şehirler bu modelle kuruluyor ve tüm dünyada modern planlı şehirlerin esin kaynağı oluyor. Howard’ın düşüncesi, günümüzde sürdürülebilirlik, ekolojik denge ve toplumsal uyum tartışmalarında hâlâ geçerliliğini koruyor.

  • Künye: Ebenezer Howard – Yarının Bahçe Kentleri, çeviren: Selin Tosun, Arketon Yayıncılık, mimari, 156 sayfa, 2025

Çiğdem Kafescioğlu – Konstantinopolis (2025)

Çiğdem Kafescioğlu bu çalışmasında, kentin Bizans’tan Osmanlı’ya uzanan dönüşümünü kültürel etkileşimler bağlamında inceliyor. ‘Konstantinopolis: İstanbul İmparatorluk Başkentinde Mekânın ve İmgenin Yeniden İnşası’ (‘Constantinopolis/Istanbul: Cultural Encounter’), İstanbul’un yalnızca bir başkent değil, farklı uygarlıkların, inançların ve sanat geleneklerinin kesişim noktası olduğunu gösteriyor. Kafescioğlu, Bizans mirasının Osmanlı döneminde tamamen yok edilmediğini, aksine yeni iktidar yapısı içinde yeniden yorumlanarak yaşatıldığını vurguluyor.

Eserde, Bizans mimarisi ile Osmanlı üslubunun iç içe geçtiği yapılar, şehir planındaki değişiklikler ve kamusal alanların yeniden işlevlendirilmesi ayrıntılı biçimde ele alınıyor. Kafescioğlu, Ayasofya’dan Topkapı Sarayı’na, surlardan camilere uzanan mimari dönüşümleri, hem siyasi güç gösterisi hem de kültürel sürekliliğin ifadesi olarak yorumluyor. Kentin çok dinli ve çok etnik yapısının, ticaret ağlarının ve diplomatik ilişkilerin şehir dokusuna nasıl yansıdığını da inceliyor.

Yazar, Osmanlı İstanbul’unun yalnızca geçmişi devralan değil, aynı zamanda onu dönüştüren yaratıcı bir merkez olduğunu savunuyor. Bu süreçte görsel kültür, el sanatları, yazılı kaynaklar ve seyyah anlatıları üzerinden, kentin kimliğinin sürekli yeniden üretildiğini gösteriyor. Kitap, İstanbul’u tarihin belirli bir dönemine sıkıştırmadan, onu bir kültürel karşılaşmalar ve müzakereler alanı olarak ele alıyor. Böylece okuyucu, kentin çok katmanlı geçmişini, estetik ve politik bağlamıyla birlikte kavrıyor.

  • Künye: Çiğdem Kafescioğlu – Konstantinopolis: İstanbul İmparatorluk Başkentinde Mekânın ve İmgenin Yeniden İnşası, çeviren: Ayşen Gür, Koç Üniversitesi Yayınları, mimari, 336 sayfa, 2025

Bruno Zevi – Mimarlığı Görebilmek (2025)

Bruno Zevi, bu klasikleşmiş çalışmasında mimarlığı yalnızca biçim ve cephe üzerinden değerlendiren geleneksel bakış açısını eleştiriyor. ‘Mimarlığı Görebilmek’ (‘Saper Vedere l’Architettura’), mimarlığın yüzeysel görsel etkilerle değil, iç mekân deneyimiyle anlaşılması gerektiğini savunuyor. Zevi’ye göre bir binayı anlamak, onun içinden geçmeyi, hacmini hissetmeyi ve mekânsal örgüsünü kavramayı gerektiriyor. Mimarlık, dış görünüşten çok iç boşlukla ve bu boşluğun nasıl yaşandığıyla anlam kazanıyor.

Yeni baskısıyla raflardaki yerini alan kitap, mimarlığın yalnızca teknik bir disiplin değil, aynı zamanda zamana, kültüre ve insana dair bir anlatı biçimi olduğunu vurguluyor. Zevi, mekânın hareketle ve zamanla kurduğu ilişkiye dikkat çekiyor. Yapının bir sinema sahnesi gibi deneyimlendiğini, insanın hareket ettikçe algısının değiştiğini ifade ediyor. Bu anlayışla mimarlığı donuk bir nesne gibi değil, yaşayan bir organizma gibi ele alıyor. Böylece yapının iç mekânları, ışık kullanımı, geçiş alanları ve dolaşım kurgusu mimarlığın özü haline geliyor.

Bruno Zevi, özellikle klasik mimarlık anlayışını ve onun simetri, oran, anıtsallık gibi ilkelerini sorguluyor. Modern mimarlığın, mekânı özgürleştiren ve deneyime açık hale getiren yönünü öne çıkarıyor. Le Corbusier, Frank Lloyd Wright gibi mimarları bu bakışla değerlendiriyor. Kitap, mimariyi “görmeyi bilmek” için yalnızca gözle değil, bedenle ve zihinle algılamanın önemini anlatıyor. Böylece mimarlık, izlenen değil yaşanılan bir sanat haline geliyor. Zevi’nin yaklaşımı, mimarlık eleştirisine dinamik, insani ve çağdaş bir yön kazandırıyor.

  • Künye: Bruno Zevi – Mimarlığı Görebilmek, çeviren: Alp Tümertekin, Arketon Yayıncılık, mimari, 176 sayfa, 2025

Godfrey Goodwin – Osmanlı Mimarlığı Tarihi (2025)

Osmanlı mimarisi, yalnızca bir yapı sanatı değil, aynı zamanda bir medeniyetin estetik ve politik kimliğini yansıtan bir anlatı sunuyor. Godfrey Goodwin, bu kapsamlı çalışmasında, Osmanlı mimarisini kronolojik bir çerçevede ele alıyor ve dönemin sosyal, dini, siyasi etkilerini yapılar üzerinden okumaya olanak tanıyor. ‘Osmanlı Mimarlığı Tarihi’ (‘A History of Ottoman Architecture’), erken Osmanlı dönemiyle başlayarak klasik çağa ve geç döneme kadar ilerliyor. Bu süreçte mimaride görülen sadelikten süslemeye, işlevsellikten sembolizme doğru evrilen bir çizgi dikkat çekiyor.

İlk bölümlerde, Bursa ve Edirne’deki erken dönem yapıları merkeze alıyor. Bu yapılar, Selçuklu etkisini taşıyan ama giderek özgünleşen bir üslubu yansıtıyor. Ardından İstanbul’un fethiyle birlikte mimari anlayışta büyük bir dönüşüm yaşanıyor. Ayasofya’nın dönüştürülmesi, cami mimarisinde merkezi kubbenin baskın unsur haline gelmesine yol açıyor. Goodwin, özellikle Mimar Sinan’ın yapıtlarını merkeze alarak klasik dönemin estetik doruğuna ulaştığını vurguluyor. Sinan’ın Süleymaniye ve Selimiye camileri, hem teknik yenilik hem de simgesel anlam açısından öne çıkıyor.

Kitapta yalnızca camiler değil, medreseler, türbeler, saraylar, çarşılar ve hamamlar gibi yapılar da yer buluyor. Osmanlı mimarisi, yalnızca bir inşaat faaliyeti değil, sosyal yapının ve kamusal yaşamın kurucu unsuru olarak görülüyor. Goodwin, yapıların yerleştirildiği kent dokusuna, onların çevreyle kurduğu ilişkiye de dikkat çekiyor. Geç dönem mimarisi içinse Batı etkisiyle ortaya çıkan değişimleri tartışıyor. Bu dönemde klasik formun dışına çıkan yeni arayışlar dikkat çekiyor ve bu durum mimarinin kimlik arayışına dönüştüğünü gösteriyor.

  • Künye: Godfrey Goodwin – Osmanlı Mimarlığı Tarihi, çeviren: Müfit Günay, Kabalcı Yayınları, mimari, 730 sayfa, 2025

Hasan Fethi – Birlikte İnşa Etmek (2025)

Mimarlık yalnızca estetik ya da elitlere özgü bir uğraş değil, halkın ihtiyaçlarına cevap veren yaşamsal bir araç olarak da şekilleniyor. Hasan Fethi, bu eserinde Mısır’daki Yeni Gurna köyünü merkeze alarak yoksul topluluklar için mimarlığın nasıl dönüştürücü bir güç haline gelebileceğini gözler önüne seriyor. ‘Birlikte İnşa Etmek: Yeni Gurna’nın Öyküsü’ (‘Architecture for the Poor: An Experiment in Rural Egypt’), geleneksel yapı teknikleriyle modern mimariyi birleştirerek halkın katılımını esas alan bir yaklaşımla köy planlamasını nasıl gerçekleştirdiğini anlatıyor. Beton ve çelik gibi pahalı ve yabancı malzemeler yerine, yerel halkın bildiği ve rahatça kullanabildiği kerpiç gibi doğal malzemelere yöneliyor.

Fethi’nin hedefi yalnızca ev inşa etmek değil, aynı zamanda köylülerin kendi barınma ihtiyaçlarını karşılayabilecek bilgi ve becerileri edinmesini sağlamak oluyor. Kitap boyunca sadece bir mimarlık deneyiminin değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal bir uyanışın öyküsü aktarılıyor. Fethi, tasarım sürecine köylüleri dahil ederek onların taleplerini dikkate alıyor. Bu yönüyle proje, dayatmacı planlamalara karşı bir alternatif sunuyor. Aynı zamanda toplumsal eşitsizliğe karşı bir duruş sergiliyor.

Hasan Fethi’nin yaklaşımı, mimarlığın bir sınıfa değil, tüm insanlara ait olduğunu savunuyor. Kitap, yalnızca mimar adaylarına değil, toplumsal adalet ve sürdürülebilir kalkınma ile ilgilenen herkese ilham veriyor. ‘Birlikte İnşa Etmek’, mimarlığın insani yüzünü hatırlatıyor.

  • Künye: Hasan Fethi – Birlikte İnşa Etmek: Yeni Gurna’nın Öyküsü, çeviren: Serpil Özaloğlu Merzi, Arketon Kitap, mimari, 320 sayfa, 2025

Juhani Pallasmaa – Düşünen El (2025)

Juhani Pallasmaa’nın bu kitabı, mimarlıkta bedenin bilgeliğini ve sezgisel düşüncenin önemini vurgulayan felsefi bir manifesto. ‘Düşünen El: Mimaride Varoluşsal ve Bedenleşmiş Bilgelik’ (‘The Thinking Hand: Existential and Embodied Wisdom in Architecture’), elin yalnızca bir araç değil, düşüncenin etkin bir parçası olduğunu gözler önüne seriyor. Modern mimarlığın yalnızca görsel estetikle sınırlı kaldığını ve bedenin bütüncül algısının ihmal edildiğini savunuyor. Ona göre, tasarım süreci yalnızca zihinsel bir etkinlik değil, aynı zamanda dokunsal, ritmik ve bedensel bir pratiktir.

Kitap, elin tarih boyunca sanat, zanaat ve düşünceyle kurduğu ilişkiyi ele alırken, zihin-beden ayrımına karşı çıkıyor. Pallasmaa, Descartes’tan bu yana yerleşen dualist anlayışın mimarlık pratiğini mekanikleştirdiğini belirtiyor. Bu anlayışın yerine, bedenin hafızasını, sezgisel bilgeliğini ve duyusal deneyimlerini merkeze alan bir yaklaşımı öneriyor. Özellikle elin öğrenen, hisseden ve düşünen bir uzuv olduğunu vurgulayarak, ustalığın yalnızca teknik bilgi değil, aynı zamanda bedensel farkındalıkla inşa edildiğini ifade ediyor.

Pallasmaa, ustaların ellerinde şekillenen yapıların bir tür “bedensel düşünce” ürünü olduğunu söylüyor. Bu düşünce, yalnızca fiziksel formda değil, mekânın ruhunda, malzemeyle kurulan ilişkide ve kullanıcıyla yaşanan etkileşimde hayat bulur. Elin düşünsel katılımı olmadan yapılan tasarımların, ruhsuz ve yüzeysel kalacağını savunuyor.

Sonuç olarak bu kitap, mimarlığı salt teknik bir üretim değil, insanın varoluşsal deneyiminin bir yansıması olarak görüyor. Kitap, hem mimarlara hem de sanatla uğraşanlara; zanaat, beden ve bilgelik arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeleri için derinlikli bir davet.

  • Künye: Juhani Pallasmaa – Düşünen El: Mimaride Varoluşsal ve Bedenleşmiş Bilgelik, çeviren: Ayşegül Yıldırım, İnka Kitap, inceleme, 152 sayfa, 2025

Kolektif – Macarların Tasarımları Türkiye’de (2025)

‘Macarların Tasarımları Türkiye’de’, Türk-Macar mimari ilişkileri odağında, Türkiye ile Avrupa arasındaki kültürel etkileşimi ele alan özgün bir çalışma.

Kitapta, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan dönemde, mimarlık aracılığıyla kurulan çok katmanlı ilişkiler anlatılıyor. Türk mimarisine duyulan ilginin oryantalist bakıştan modern mimarlık ilkelerine geçiş süreci çizimler ve metinlerle belgeleniyor. Türk ve Macar araştırmacıların ortak emeğiyle hazırlanan bu içerikler, ilk kez bu kapsamda bir araya getirilmiş.

Prof. Dr. János Krähling’e göre, Osmanlı’nın Avrupa’daki etkinliğinin azalmasından sonra bile, Türk mimarlığı Avrupa’da ilgi görmeye devam etmiştir. Guarini’nin Mağribi mimariden ilhamı ve Fischer von Erlach’ın Osmanlı anıtlarını içeren çalışmaları bu sürekliliği yansıtır.

Macar mimarisinin anıtları arasında, Macar romantik tarihselciliğinin önemli bir örneği olan Tata şehrindeki Saray Bahçesi’nde yer alan Türk mescidi gibi bu sürece uygun anıtları da bulabiliriz. Oryantalist formların romantik çağrışımı başlangıçta bu ilişkilerle karakterize edilmiştir. Daha sonra mûtat işveren, jüri, tasarım ve inşaat faaliyetleri kapsamında Türkiye ile ilgili mimari projeler profesyonel kamu yaşamının bir parçası haline gelmiştir.

Bu bağlamda oryantalist etkiler zamanla daha kurumsal mimari iş birliklerine dönüşmüştü.

Kitapta yer alan mimari çizimler, Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli eski Avrupalı ortakları olan Macaristan, Almanca konuşan ülkeler ve İtalya arasındaki mimari bağlantıları sunuyor.

Kitap, Macaristan, Almanca konuşan ülkeler ve İtalya ile Osmanlı arasındaki mimari bağları vurgularken, Macar mimarların Türkiye’de gerçekleştirdikleri ya da tasarladıkları yapılar üzerinden karşılıklı kültürel aktarımı gözler önüne seriyor.

  • Künye: Kolektif – Macarların Tasarımları Türkiye’de: 19. ve 20. Yüzyılda Macar-Türk Mimarlık İlişkileri, editör: Gergő Máté Kovács, Zafer Sağdıç, YEM Yayın, mimari, 192 sayfa, 2025