Philip Spencer ve Howard Wollman – Milliyetçilik (2020)

Birçok Batılı araştırmacı, 1990’ların başlarında eski Yugoslavya’da meydana gelen ve ani bir milliyetçilik patlaması olarak değerlendirilen olayların korkunç sonuçlarıyla yüz yüze geldikten sonra milliyetçilik hakkında etraflıca düşünmeye başladı.

Nasıl olmuştu da aynı kentlerde, kasabalarda, köylerde yan yana yaşayan birtakım insanlar “etnik temizlik” denen vahşi sürece dahil olup komşularını evlerinden atmış, öldürmüş, onlara tecavüz etmişti?

Yugoslavya’da sergilenen vahşet, Yahudi Soykırımının gölgesinde büyümüş olanlar için hem korkunç bir çaresizlik hissi uyandırmış hem de insanları bu şekilde davranmaya yönelten inançlara dair eleştirel düşünceler üretme konusunda ısrarcı bir ihtiyaç doğurmuştu.

Burada yanıtlanması gereken temel sorular şudur:

Bu durumlarda millet ve milli kimlik adına talep edilen şey tam olarak nedir?

Nedir bu kadar önemli olan?

Milliyetçiler böylesine etkili ve yıkıcı güçlerin seferber edilmesinde nasıl bir rol oynar?

İşte milliyetçilik hakkında yürütülen altı yıllık bir araştırmaya dayanan Philip Spencer ve Howard Wollman imzalı bu kitap, milliyetçiliğe eleştirel bir perspektiften bakarak bu sorulara yanıt vermesiyle dikkat çekiyor.

Kitap ilk olarak, milliyetçilik hakkında üretilmiş düşüncelerin on dokuzuncu yüzyıldaki köklerine iniyor.

Kitabın devamında ise, milli kimlik ve milliyetçilik arasındaki ilişkinin nasıl inşa edildiği, milli kimliklerin milliyetçi hayaller temelinde nasıl oluşturulup şekillendirildiği, milliyetçiliğin nereden doğup hangi yollardan geçtiği ve en önemlisi de, milliyetçiliğin modern ulus devletlerin kurulmasını nasıl sağladığı gibi konular tartışılıyor.

Yazarlar ayrıca, bugünün politik ikliminde milliyetçiliğin günümüzde neden tekrar canlanıp etki alanını genişlettiğini de irdeliyor ve ayrıca, milliyetçiliğin geleceğinin nasıl şekilleneceği konusunda da kimi öngörülerde bulunuyor.

  • Künye: Philip Spencer ve Howard Wollman – Milliyetçilik, çeviren: Kübra Kelebekoğlu, Yeni İnsan Yayınevi, inceleme, 400 sayfa, 2020

Romana Romanyshyn ve Andriy Lesiv – Görüyorum (2020)

“Doğduktan sonra birkaç gün boyunca dünya bize bulanık ve baş aşağı görünür. Bir süre sonra beynimiz algıladığı bu görüntüleri dönüştürmeyi öğrenir ve dünyayı doğru yöne çevirir.”

Çocuklarına oyunbaz, keyifli bilim kitapları okutmak isteyen ebeveynlere, vücudumuzun en büyük mucizelerinden biri olan görmeyi anlatan bu güzel kitabı öneriyoruz.

Görmenin ne şekilde gerçekleştiği, görme duyumuzun nasıl çalıştığı, gözün dışında, görmemizi sağlayan faktörlerin neler olduğu, gördüğümüz şeyleri nasıl anlamlandırdığımız gibi sorulara aydınlatıcı yanıtlar veren çalışma, görme duyumuzun dünyayı anlamlandırmakta nasıl bir rol oynadığını ortaya koyuyor.

Kitabın, başta 2018 Bologna Ragazzi Kurgu Dışı Ödülü olmak üzere pek çok uluslararası ödül kazandığını da özellikle belirtelim.

Kitaptan öğrendiğimiz birkaç önemli bilgi:

“Görme duyusu insanların en önemli yetisidir. Beyin korteksinin %40’ı görme duyumuzla algıladığımız veriler üzerinde çalışır.”

“En nadir rastlanan göz rengi yeşildir. Gezegenimizde insanların sadece %2’sinin gözleri yeşildir.”

“İnsanların yaklaşık %1’inin sağ ve sol gözlerinin rengi birbirinden farklıdır.”

“İnsan gözü 7 milyon renk çeşidini ayırt edebilme potansiyeline sahiptir. Bir insan ortalama olarak yüzlerce farklı renk tonunu görebilir. En fazla sayıda (milyonlarca) renk tonunu görsel sanatlarla uğraşan sanatçılar görebilir.”

“Renklerin duygularımız üzerinde güçlü bir etkisi vardır. Bizi mutlu edebilir, hüzünlendirebilir, sakinleştirebilir, hatta acıktırabilirler. Sarı ve turuncu iştah açar. Kırmızı dikkat çeker ve tehlike uyarısı verir. Mavi uyum ve güven hissi sağlar, yeşil ise doğa ve sağlıkla ilgilidir.”

  • Künye: Romana Romanyshyn ve Andriy Lesiv – Görüyorum, çeviren: Nilay Kaya, Final Kültür Sanat Yayınları, çocuk, 64 sayfa, 2020

Henri Bergson – Ruh Teorileri (2020)

Felsefe tarihine çok özgün katkılarda bulunmuş Henri Bergson’un bu eseri, insan ruhuna ilişkin teorilerin felsefede kendine nasıl yer bulduğunu çok yönlü bir şekilde irdelediği derslerinden oluşuyor.

Bergson, kitabının ilk bölümünde, Aristoteles’e gelmeden önceki süreçteki ruh teorilerine odaklanıyor.

Burada, Homeros, İyonyalılar, Anaksagoras ve Platon’un ruha dair fikirleri kapsamlı bir şekilde ele alınıyor.

Yazar, kitabının devamında ise, Aristoteles, Plotinos, Descartes, Malebranche, Spinoza ve Leibniz gibi filozofların bu konudaki yaklaşımlarını irdeleyerek bir anlamda insan ruhu ve kişiliği konusundaki tarihsel algımızın kökenlerini aydınlatıyor.

Kitaptan birkaç alıntı:

“Ölüler gölgelerdir; bir ruhun hayaletleridirler. Aynı anda hem düşüncenin yoğunluğunu hem de işin maddi yönünü beraber yakalarsak, ölüler yaşamın ilkesinin kaynağına değin inmeye mecburdurlar ve bu ilke kandır.”

“Benim nazarımda filozof, yaşı kaç olursa olsun yeniden öğrenci olmaya daima hazırdır.”

“Ah bir kaçabilseydim! Kimsenin beni tanımadığı benim de kimseyi tanımadığım bir köşede saklanabilseydim! Kendime bile tanımadığım bir köşede.”

  • Künye: Henri Bergson – Ruh Teorileri / İnsan Ruhu ve Kişiliği, çeviren: Esat Burak Altıntas, Pinhan Yayıncılık, felsefe, 104 sayfa, 2020

Florence Rochefort – Feminizmler Tarihi (2020)

 

Feminist düşünce ve tarih üzerine iyi kitap arayanlara bu kısa ama etkileyici çalışmayı öneriyoruz.

Florence Rochefort, Amerikan Devrimi ve Fransız Devrimi’ni izleyen süreçte kadın haklarının gelişiminden bugünün ekolojik feminizmlerine uzanarak konuyu geniş bir çerçevede izliyor.

Kitapta ele alınan kimi konular şöyle:

  • 18. yüzyılın sonlarında kadın bilincinin oluşumu ve devrimci kadınların birleşmesi,
  • Liberal feminizmin ortaya çıkışı,
  • Feminist hareketlerin uluslararası alanda örgütlenmeleri,
  • Milliyetçilik ve sömürge karşıtlığının feminist düşünce üzerindeki etkileri,
  • Reformcu feminizmler,
  • 1960-1980 zaman aralığında feminist harekette yaşanan radikal yenilikler,
  • Lezbiyenlik ve Siyah Feminizm gibi feminist hareketin tarihinde ortaya çıkan farklı yaklaşımlar,
  • 1980 sonrasında dindar feminizmler, ekolojik feminizmler, siyasal feminizmler, kültürel ve halkçı feminizmler gibi, feminizmlerin yaygınlaşması…

Rochefort’un çalışması, dünyanın dört bir yanında mücadele vermiş farklı feminizmlerin tarihsel mirası serimlemesiyle çok önemli.

  • Künye: Florence Rochefort – Feminizmler Tarihi, çeviren: Özlem Altun,  Sel Yayıncılık, feminizm, 108 sayfa, 2020

Randi Hutter Epstein – Hormonların Gücü (2020)

Hormonların keşfi, tıp tarihinde olduğu kadar insanlık tarihinde de bir dönüm noktasıydı.

Tıp yazarı Randi Hutter Epstein’ın elimizdeki eseri ise, hayatımızı yöneten hormonların ne olduğunu ve bilim dünyasında hormonların keşfedilmesi ve ardından yaşanan gelişmeler hakkında harika bir rehber.

Kitapta,

  • Hormonların keşfinden önce hormon bozuklukları olan insanların yaşadıkları,
  • Hormonları kontrol ederek bedenlerimize hükmetme çabalarımızın bize verdiği zafer ve hüsranlar,
  • Cinsiyet hormonları hakkında öğrendiklerimiz ile cinsel kimliklerimize dair görüşlerimizin dönüşümü arasındaki ilişki,
  • İleri yaştaki erkek ve kadınların rağbet ettiği hormon takviye ve tedavilerinin tam olarak ne anlama geldiği,
  • Hormonların yeni yeni keşfedildiği zamanlarda mezarlardan ceset çalarak salgı bezlerini inceleyen doktorlar,
  • Gençleştirme vaatlerine inanarak vazektomi yaptıran yaşlı erkekler,
  • Muğlak cinsel organlarla doğan ve ailelere danışılmaksızın ameliyat edilerek doktorlarca bir cinsiyet “dayatılan” bebekler,
  • Çocuklarının boyunu uzatabilmek için morglardan ve patoloji laboratuvarlarından yüzlerce hipofiz bezi toplamayı göze alan çaresiz ebeveynler,
  • Yılmadan çalışarak “imkânsızı” başaran bilim insanları,
  • Tıbbın gelişmesiyle birlikte nihayet ait olduklarını hissettikleri cinsiyete geçebilen insanlar…

Hormonlar metabolizmayı, davranışları, uykuyu, ruh hallerini, bağışıklık sistemini, “savaşmayı ya da sıvışmayı”, yani ergenlik ve cinselliğin dışında daha pek çok şeyi yöneten güçlü kimyasallardır.

Dolayısıyla bu bir bakıma, yaşayan, nefes alan, duyguları olan varlıkların biyokimyasının hikâyesi olarak görülebilir.

Hormonların tarihi aynı zamanda keşiflerin, yanlış adımların, azmin ve umudun da hikâyesidir.

İşte bu kitap da, temel bilimi ve onu şekillendiren insanları birlikte ele alarak, bizi içimiz ve dışımızla insan yapan şeyin ta kendisinin hikâyesini anlatıyor.

  • Künye: Randi Hutter Epstein – Hormonların Gücü: Hayatımızdaki Hemen Her Şeyi Kontrol Eden Salgıların Tarihi, çeviren: Aysun Babacan, Metis Yayınları, bilim, 296 sayfa, 2020

Silvia Federici – Tenin Sınırlarının Ötesine (2020)

Beden, iktidarların hegemonyalarını üzerine inşa ettikleri bir alandır ve tam da bu nedenle başlı başına bir direniş mekânıdır.

‘Caliban ve Cadı’, ‘Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar’ gibi kitaplarıyla bildiğimiz Silvia Federici de bu kitabında, bedeni, direnişin ve tahakkümün mücadele alanı olarak tanımlıyor ve bu alanı dönüştürücü toplumsal pratiklerin yeşerebileceği bir mekâna dönüştürmenin yolları üzerine düşünüyor.

Kapitalizmin doğasında, bedeni tahakküm altına almanın ve denetlemenin yer aldığını belirten Federici, buna karşılık feminist, ırkçılık karşıtı, trans ve çevreci hareketlerin de bedeni kapitalist sömürünün sınırı, onun önündeki engel olarak tanımlamasının elzem olduğunu söylüyor.

Federici’ye göre, bedeni özgürleştirici ve içkin bir politik imkâna dönüştürmek ancak onun arzu ve ihtiyaçlarını çoğaltmakla mümkündür.

Yazar bunun da, birbirinden yalıtılmış olmaktan dolayı korkup iktidarın tahakkümüne boyun eğmeye verili bedenlerden ziyade başka bedenlerle birlikteliğe ve iletişime giren bedenlerle olanaklı olabileceğini savunuyor.

Başka bir deyişle, ancak korku ve yalıtılmışlığın “keder”inden çıkıp, “neşeli militanlık”la arzularını ve ihtiyaçlarını şimdide politikleştiren bedenler, kendilerini, başkalarını ve dünyayı dönüştürebilir ve özgürleştirebilir.

  • Künye: Silvia Federici – Tenin Sınırlarının Ötesine, çeviren: Bilge Tanrısever, Otonom Yayıncılık, feminizm, 152 sayfa, 2020

Kolektif – Felsefe ve Tarih (2020)

Antik Yunan’da ortaya çıkmış iki disiplin olan felsefe ve tarih arasında, o zamanlardan bu yana süren sıkı bir ilişki var.

Bu iki disiplin arasına sınırların konduğu, konmaya çalışıldığı dönemler olsa da, aralarındaki karmaşık ilişki halen devam ediyor.

Peki, bu ilişki, düşünce tarihinde nasıl bir gelişim izledi?

İşte bu güzel derleme, bu ilişkiyi çok yönlü bir bakışla izlemesiyle önemli.

Kitaba katılan yazarlar, felsefenin tarihe bakışını çok yönlü bir şekilde irdeliyor.

Burada, filozofların tarihe nasıl baktığı, bu bakışın zamanla nasıl dönüştüğü, ünlü filozofların mektuplarında felsefe ve tarih sorunsalının nasıl işlendiği, tarihin tarihine yöneltilen eleştiriler, “historia” kavramının değişen anlamları ve tarihsel bilincin felsefe yapmaktaki yeri gibi pek çok konu tartışılıyor.

Kitaba katkıda bulunan isimler ise şöyle: Eylem Canaslan, Funda Günsoy, M. Ertan Kardeş, Gökhan Murteza, E. Burak Şaman

  • Künye: Kolektif – Felsefe ve Tarih, editör: Gökhan Murteza, Pinhan Yayıncılık, felsefe, 160 sayfa, 2020

Andrew Salmon – Kore Nasıl Kore Oldu? (2020)

Yakın tarihin en çarpıcı dönüşümlerinden biri olan Asya rönesansı içinde Güney Kore apayrı bir yere sahip.

Bölgenin çoğu ekonomisi bu dönüşümden önce ölçek ekonomisine, modernleşme mirasına veya en azından küresel ticarette belli bir deneyime sahipti.

Kore içinse öyle bir durum söz konusu bile değildi.

Örneğin Çin’e kıyasla minicikti, Meiji dönemi Japonya’sının aksine güçlü bir modernleşme yaşamamıştı ve Singapur veya Hong Kong’unkine benzer bir sömürge dönemi ticareti deneyimine de sahip değildi.

1960’lı yılların başında Güney Kore’de kişi başına düşen gelir ve ortalama eğitim süresi Türkiye’nin yarısı kadarken, otuz yıl sonra bu küçük yarımada kişi başına düşen geliri bizimkinin üç katına, ortalama eğitim süresi de bir buçuk katına çıkmış bir ülkeye dönüştü.

İşte uzun yıllardır bölgede gazetecilik yapan Andrew Salmon’ın bu kitabı, Güney Kore’yi bugünün güçlü ülkelerinden biri haline getiren ekonomik, siyasi ve toplumsal dinamikler hakkında çok iyi bir kaynak.

Kitap, Kore’de yaşanan büyük iç savaşın ardından ülkenin Güney ve Kuzey Kore olarak iki parçaya bölünüşü ve sonrasında yaşananlarla açılıyor.

Salmon devamında ise, Güney Kore’nin kalkınma atağını, insan haklarından nükleer silahlara, Samsung’tan Psy’a uzanarak kapsamlı bir bakışla izliyor.

  • Künye: Andrew Salmon – Kore Nasıl Kore Oldu?, çeviren: Cansen Mavituna, Metropolis Kitap, inceleme, 152 sayfa, 2020

Selcen Küçüküstel – Rengeyiği Türkleri: Dukhalar (2020)

Dukhalar, Moğolistan’ın kuzeyindeki Hövsgöl bölgesinde yaşayan göçer bir Türk halkı.

Bu halkın asıl ilgi çekiciliği ise, doğayla ve diğer canlılarla kurdukları karmaşık ilişki.

Kültürel antropolog Selcen Küçüküstel’in uzun yıllara yayılan araştırmalarının ürünü olan bu şahane çalışma, Dukhaların hayatından yola çıkarak insanların yaşadıkları coğrafyayı nasıl algıladıkları üzerine okurunu derin düşüncelere sevk ediyor.

Dışarıdan yaban bir coğrafya olarak görülen tayga (kuzey ormanları), Dukhalar için anılarla ve geçmişe dair hikâyelerle dolu büyük bir ev; bu topraklarda yaşayan insanlar gibi bir canlı.

Dukhalara göre bazı dağların, nehir veya göllerin sahipleri, yani ruhları vardır ve her bir ruhla yapılarına göre, farklı biçimlerde iletişim kurulması gerekir.

Kitabın ilk bölümünde, bu ruhların yapıları, ormanın koruyucu ruhları, atalardan kalma kutsal yerler, ailelerin kutsal ağaçları ve doğaya bir sunum şeklinde gerçekleşen cenaze törenleri anlatılıyor.

Kitabın ikinci bölümü, Dukhaların yaşamak için işbirliği yaptıkları evcil rengeyikleriyle ilişkileri üzerine.

Küçüküstel bu bölümde, evcilleştirmenin tarihine kısaca değinip kavramın Dukha dilindeki karşılığını, bu kavramın onlar için ne anlama geldiğini anlatıyor, günlük hayatta insanlarla evcil rengeyikleri arasındaki ilişkilere odaklanıyor.

Burada, insanların rengeyiklerini kontrol etmek için nasıl teknikler uyguladıkları, taygada göç kararını neye göre aldıkları, birçok ailenin sahip olduğu kutsal rengeyiğinin nasıl seçildiği, rengeyiğinin evcilleştirilmesiyle ilgili mitlerin neler olduğu gibi soruların yanıtları veriliyor.

Kitabın üçüncü ve son bölümündeyse Dukhaların karınlarını doyurmak için avladıkları yaban hayvanlarıyla kurdukları ilişkiler av ritüelleri üzerinden anlatılıyor.

Burada, hayatta kalmak için avlanan bu toplumun yaban hayvanlara nasıl dikkatli ve saygılı davrandığı, avcıyla avı arasında şiddet yerine karşılıklı güvene dayalı nasıl bir ilişki olduğu örnekler üzerinden gösteriliyor.

Dukhalar ava gitmeden önce ve av esnasında nelere dikkat ettiği, avlanmayla ilgili ne gibi kurallar olduğu ve bunlara uymayanların başına neler geldiği, ayının Sibirya halkları için neden özel bir yere sahip olduğu, ava çıkan bir avcının şans için nelere dikkat ettiği, hayvan kemikleriyle nasıl fal bakıldığı ve rüyaların avcıya nasıl bir pusula gibi yön gösterdiği burada anlatılan kimi konular.

Kitaptan birkaç alıntı:

“İnsan türünün yeryüzündeki tüm canlılık belirtilerini hızla tükettiği, hâkim olamadığı benliğinin tutsağı olmuş şekilde etrafına saldırdığı ve kendini tüm canlılardan üstün olarak konumlandırdığı günümüz dünyasında Dukhalarla birlikte yaşamak ve başka bir yaşam biçimine tanık olmak benim için taze bir nefes almak gibiydi.”

“Hayvanlar, onlarla birlikte taygada yaşayan insanlar, ağaçlar, nehirler ve dağlar… hepsinin kaderi birbirine bağlı. Evcil bir rengeyiğinin kaderi bir insanın yaptıklarından etkileniyor ve o insanın kaderi de karşılaştığı yaban hayvanlarla kurduğu ilişkilerden. Bir başka ifadeyle bu coğrafyada herkes birbirinin hareketlerinden sorumlu; yaban hayvanlardan evcil rengeyiklerine, ormanlardan nehirlere, yaşayan her canlı birbiriyle bağlantılı… Burası içindeki tüm canlıların hâlâ orman ruhları tarafından korunduğu nadir coğrafyalardan biri. Buralarda bir dağ, orman ya da nehir yalnızca coğrafi bir şekil değil, görülmez güçlerle korunan canlılar.”

“Eğer kişinin başına sıra dışı olumsuz bir şey geldiyse bunun sebebi aile ağacına sunum yapmaması, bir hayvanı saygısızca avlaması, bir nehri ya da ateşi kirletmesi veya bir dağın ruhunu sinirlendirmesi olabilir. Bu düşünce biçiminde yaşayan her canlı birbiriyle bağlantılı ve birbirinden sorumludur.”

“Dünya, insan ve hayvan-doğa, ya da bir diğer tanımıyla kültür ve doğa olarak ikiye ayrılır. İnsan bu döngüde öylesine yüksek bir konumdadır ki doğayla arasındaki ayrım net çizgilerle çizilmelidir. Bu nedenle hayvanlarla insanlar arasındaki benzerlikler mümkün olduğunca azaltılmaya çalışılır; örneğin eski dönemlerde aristokrat İngiliz aileler, emekleme eylemi hayvanları andırdığı için çocuklarının emeklemesine izin vermezdi.”

“Dukhalar ayılara çok büyük saygı duyarlar ve onları akrabaları olarak görürler. Hatta ayılara ‘hakka’, yani ‘abi’ diye seslenmek oldukça yaygındır. Buna rağmen ayılar aynı zamanda av olabilir ve afiyetle tüketilirler, fakat ayı avlarken uyulması gereken bir dolu detaylı kural ve tabu vardır. Ayılar için özel olarak uygulanan kurallardan en önemlisiyse ayılarla avcılar arasında yıllar önce yapılmış bir anlaşmadır, yani Dukhaların atalarından kalma bir inanıştır. Bu anlaşmaya göre eğer bir avcı ormanda ayı görürse ve ayı kaçıp ağaca tırmanırsa avcı bu ayıyı asla vuramaz. Benzer bir şekilde bir kişi ormanda yürürken silahsız olarak bir ayıya denk gelirse, o da ağaca tırmanmalıdır çünkü ayı ağaca tırmanan kişiye asla saldırmaz. Bu, insanlarla ayılar arasında yapılmış eski bir anlaşma olarak düşünülür.”

“Çoğu durumda tarım toplumlarında rastladığımız şekliyle otorite ve zenginlik sahibi tek bir lider yoktur ve kararlar hep birlikte alınır; zira bu toplumlarda mal varlığı yok denecek kadar az olduğundan, zenginleşmeyle öne çıkan baskıcı liderler oluşamaz. Bunun nedenlerinden bir diğeri de bu toplumların göçer olmasıdır. Böylece hiç kimse belli bir yere ya da kişiye bağlı değildir ve gerektiğinde yer değiştirerek üzerinde baskı uygulayanlardan uzaklaşabilir.”

  • Künye: Selcen Küçüküstel – Rengeyiği Türkleri: Dukhalar, Kolektif Kitap, inceleme, 256 sayfa, 2020

Leslie Kern – Feminist Şehir (2020)

Kentsel alanda kadınların önüne çıkarılan pek çok güçlük var.

Leslie Kern’ün bu çalışması da, söz konusu güçlükleri ve bunlara direnme biçimlerini berrak bir üslupla ortaya koymasıyla önemli.

Kern, şehirlerde halen erkeklerin, kentsel ekonomi politikasından konut tasarımına, okulların nereye kurulması gerektiğinden otobüs koltuğunun biçimine, denetimden kar küremeye kadar her konuda başlıca karar mercii olduğu gerçeğini hatırlatarak kitabına başlıyor.

Hakikaten şehir, erkeklerin geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini destekleyip kolaylaştırmak üzere ve erkeklerin deneyimlerini “norm” kabul ederek, şehrin kadınlar için nasıl engeller yarattığıyla pek de ilgilenmeden ve şehir hayatına dair günlük deneyimlerini göz ardı ederek düzenleniyor.

Kern ise, kadınların hamileyken ya da bebeği kucağındayken şehirde hareket etmelerinin güçlükleri, kentsel alanların kadın arkadaşlığına ket vuracak şekilde tasarlanması ve queer, lezbiyen ve sakat kadınların görünmez kılınması gibi örneklerden yola çıkarak bu “erkekler şehri” anlayışının kadınlar için barındırdığı dezavantajları ayrıntılı bir şekilde gözler önüne seriyor.

Yazar ayrıca, kentin tehlikelerine dair yaratılan yapay korkunun, kadınların kentsel deneyimlerine ket vurduğunu da net bir şekilde ortaya koyuyor.

Kern, kadınların kentle yaşadığı verili sorunları çözümlemekle kalmıyor, aynı zamanda bunların nasıl aşılabileceğine de kafa yoruyor.

Yazara göre, şehir bir özgürleşme alanıdır ve şehrin sokaklarının kadınlara kapatma girişimlerine daha yüksek sesle karşı çıkmamız gerekiyor.

  • Künye: Leslie Kern – Feminist Şehir: Bir Saha Rehberi, çeviren: Beyza Sumer Aydaş, Sel Yayıncılık, feminizm, 197 sayfa, 2020