Sophie Lewis – Ailenin İlgası (2025)

Sophie Lewis’ın bu kitabı, modern ailenin toplumsal yapısını sorgulayan ve onun yerine daha özgür, kolektif bakım biçimlerini öneren radikal bir manifesto. ‘Ailenin İlgası: Bakım ve Özgürleşme İçin Bir Manifesto’ (‘Abolish the Family: A Manifesto for Care and Liberation’), “aile”yi yalnızca sevgi, güven ve dayanışmanın alanı olarak değil, aynı zamanda eşitsizlik, bağımlılık ve dışlayıcılığın yeniden üretildiği bir kurum olarak tanımlıyor.

Yazara göre aile, kapitalist toplumun temelini oluşturan özel mülkiyet, cinsiyet rolleri ve heteronormatif ilişkilerin yeniden üretim alanıdır. Aile bireyleri, özellikle kadınlar, bakım emeği adı altında karşılıksız bir sömürüye maruz kalır. Bu nedenle “ailenin ilgası” çağrısı, sevgiyi ortadan kaldırmak değil; sevgiyi dar bir özel alanın tekeline bırakmaktan kurtarmak anlamına gelir. Lewis, “ailesiz bir dünya”yı, bakımın yalnızca kan bağına değil, gönüllü kolektif yapılara dayandığı bir dünya olarak düşünür.

Kitap, tarih boyunca aile eleştirilerinden —özellikle komünist, feminist ve queer kuramlardan— besleniyor. Engels’in ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nden, Shulamith Firestone’un radikal feminizmine kadar birçok düşünsel kaynağı yeniden yorumluyor. Lewis, çocuk yetiştirmenin, yaşlı bakımı ya da duygusal destek gibi sorumlulukların toplumca paylaşılması gerektiğini savunuyor; çünkü gerçek özgürlük ancak bakımın kolektifleştirilmesiyle mümkündür.

‘Ailenin İlgası’, duygusal bağları değil, kurumsallaşmış bağımlılık ilişkilerini hedef alan bir özgürleşme çağrısı. Lewis’in manifestosu, sevgi ve dayanışmanın aileden ibaret olmadığını, aksine, insanın en insanca yönlerinin aile dışında serpilebileceğini iddia eder.

  • Künye: Sophie Lewis – Ailenin İlgası: Bakım ve Özgürleşme İçin Bir Manifesto, çeviren: Bilge Beyza Çiftçi, Ayrıntı Yayınları, kadın, 128 sayfa, 2025

Alia Trabucco Zerán – Katil Kadınlar (2025)

 

Alia Trabucco Zerán’ın bu kitabı, Şili’de dört kadının işlediği cinayetleri merkeze alarak toplumsal cinsiyetin, adaletin ve medyanın kadınlara bakışını sorguluyor. Corina Rojas, Rosa Faúndez, María Carolina Geel ve María Teresa Alfaro’nun hikâyeleri, yalnızca bireysel suç öyküleri değil, aynı zamanda bir toplumun kadınlara biçtiği rollerin aynası haline geliyor. Yazar, bu kadınların neden öldürdüğünü değil, toplumun onların neden öldürmemesi gerektiğine nasıl inandığını araştırıyor. Cinayet burada bir isyanın, bastırılmış öfkenin ve kimliğini savunma çabasının sembolüne dönüşüyor.

‘Katil Kadınlar’ (‘Las homicidas’), medyanın ve hukuk sisteminin kadın faillere yaklaşımını mercek altına alıyor. Bu kadınların gazetelerde nasıl “canavar”, “delirmiş”, “aşık” gibi etiketlerle anıldığını gösteriyor. Her bir hikâyede dilin nasıl bir yargı aracına dönüştüğünü, erkek egemen toplumun adalet anlayışını nasıl yeniden ürettiğini anlatıyor. Cinayetleri romantikleştirmiyor; tersine, onların etrafında örülen sessizlik ve korkunun kökenine inmeye çalışıyor.

Yazarın dili keskin ama duygusal derinlik taşıyor. Belgeler, gazete kupürleri ve mahkeme kayıtlarıyla örülü anlatım, edebiyat ile araştırma arasındaki sınırları siliyor. ‘Katil Kadınlar’, kadınların şiddet karşısındaki edilgen konumunu tersine çeviriyor. Kadın faili bir cani değil, toplumsal bir yankının sesi olarak gösteriyor. Bu yönüyle kitap, sessiz kalmış kadınların tarihine güçlü bir müdahale sunuyor.

  • Künye: Alia Trabucco Zerán – Katil Kadınlar, çeviren: Dilara Anıl Özgen, Sel Yayıncılık, toplumsal cinsiyet çalışmaları, 200 sayfa, 2025

Charlotte Perkins Gilman – Kadın ve Ekonomi (2025)

Charlotte Perkins Gilman’ın bu eseri, kadınların toplumsal konumunun ekonomik bağımsızlıkla nasıl şekillendiğini ve bu bağımsızlığın toplumsal evrimdeki yerini inceliyor. Gilman, kadınların yüzyıllar boyunca ev içi rollerle sınırlandırıldığını, üretim süreçlerinden dışlanarak ekonomik açıdan erkeğe bağımlı hale getirildiğini vurguluyor. Ona göre bu durum, yalnızca kadınların bireysel potansiyelini değil, toplumun genel gelişimini de sınırlıyor. Kadının ekonomik özgürlüğü, yalnızca adaletin bir gereği değil, aynı zamanda ilerlemenin zorunlu şartı olarak sunuluyor.

Gilman, toplumsal cinsiyet rollerinin doğal değil, tarihsel ve kültürel koşulların ürünü olduğunu savunuyor. Kadınların yetenekleri, yaratıcı güçleri ve topluma katkı potansiyelleri, ekonomik üretimden dışlandıklarında köreliyor. Eser, ev işlerinin kolektif hale getirilmesi, bakım hizmetlerinin toplumsal sorumluluk olarak paylaşılması ve kadınların üretken işlerde yer alması gerektiğini öne çıkarıyor. Böylece kadınlar yalnızca aile içinde değil, toplumsal yaşamda da eşit birer aktör haline gelebiliyor.

‘Kadın ve Ekonomi: Erkekler ve Kadınlar Arasındaki Ekonomik İlişkinin Sosyal Evrimdeki Rolü Üzerine Bir Araştırma’ (‘Women and Economics: A Study of the Economic Relation Between Men and Women as a Factor in Social Evolution’), bireysel mutluluk ile toplumsal refah arasındaki bağı netleştiriyor. Gilman, kadınların bağımsız gelir elde edebildiği ve ekonomik karar süreçlerinde söz sahibi olduğu bir düzenin, hem cinsiyet eşitliğini hem de toplumsal ilerlemeyi hızlandıracağını savunuyor. Ona göre ekonomik özgürlük, kadının zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimini besleyen en temel güçtür. Bu nedenle, toplumsal evrim için kadınların üretim süreçlerine tam katılımı bir tercih değil, zorunluluktur.

  • Künye: Charlotte Perkins Gilman – Kadın ve Ekonomi: Erkekler ve Kadınlar Arasındaki Ekonomik İlişkinin Sosyal Evrimdeki Rolü Üzerine Bir Araştırma, çeviren: Türkü Ekin Nizamoğlu, Akademim Yayıncılık, feminizm, 216 sayfa, 2025

Natalie Haynes – İlahi Kudret (2025)

Natalie Haynes bu kitabında Yunan mitolojisindeki tanrıçaların gücünü ve karmaşık doğasını anlatıyor. Erkek tanrıların gölgesinde kalan tanrıçaların, hem tanrılar hem de insanlar üzerinde nasıl belirleyici roller oynadığını gösteriyor. Hikâyelere yalnızca güzellik, kıskançlık ya da aşk değil, aynı zamanda strateji, intikam, koruma ve yaratım da damgasını vuruyor. Haynes, tanrıçaları sırf duygusal figürler olarak değil, sistem kuran ve bozan güçlü varlıklar olarak ele alıyor.

‘İlahi Kudret: Yunan Mitolojisinde Tanrıçalar’ (‘Divine Might: Goddesses in Greek Myth’), tanrıçaları tek tek inceleyerek ilerliyor. Athena’nın savaş ve bilgelik dengesini kurma biçimi, Hera’nın yalnızca kıskanç bir eş değil, aynı zamanda iktidar sahibi bir kraliçe oluşu dikkat çekiyor. Artemis’in özgürlüğe olan tutkusu ve Apollon’a bile karşı çıkacak kadar bağımsız olması, onun farklı bir kadınlık anlayışını temsil ettiğini gösteriyor. Demeter’in yas tutan bir anne olmasının ötesinde doğa döngülerini yöneten bir güç olması, mitolojik anlatıların çok katmanlı yapısını açığa çıkarıyor.

Haynes, anlatılarına hem mizah hem de öfke katıyor. Tanrıçaların hikâyeleri bugünün kadınlarına da ayna tutuyor. İntikam, koruma, dayanıklılık ve meydan okuma gibi temalar, çağdaş bir bakışla yeniden yorumlanıyor. Yunan mitolojisinin kadim anlatıları, kadın karakterlerin silik figürler değil, dönüştürücü aktörler olduğunu vurguluyor. Haynes’in kalemiyle bu tanrıçalar geçmişten fısıldamıyor, seslerini yükseltiyor.

  • Künye: Natalie Haynes – İlahi Kudret: Yunan Mitolojisinde Tanrıçalar, çeviren: Hilal Dikmen, Domingo Kitap, mitoloji, 316 sayfa, 2025

Muzaffer Özgüleş – Osmanlı Dünyasının Kadın Banileri (2025)

Muzaffer Özgüleş bu çalışmasında, Osmanlı İmparatorluğu’nda kadınların mimari üretim süreçlerindeki etkisini ve özellikle sultana annelerin, eşlerin ve kızların toplumsal yapıyı şekillendirme gücünü inceliyor. ‘Osmanlı Dünyasının Kadın Banileri: Gülnuş Sultan ve Mimari Mirası’ (‘The Women Who Built The Ottoman World: Female Patronage and the Architectural Legacy of Gülnuş Sultan’), merkezine II. Mehmed’den itibaren gelişen harem yapısını değil, haremin dışına taşan kadın varlığını alıyor. Gülnuş Sultan özelinde odaklanan eser, onun 17. yüzyıl sonları ile 18. yüzyıl başındaki etkin mimari hamiliğini örnek göstererek, Osmanlı saray kadınlarının mimari vasıtasıyla nasıl siyasi ve sosyal nüfuz sahibi olduklarını detaylandırıyor.

Özgüleş, arşiv belgeleri, vakfiye metinleri ve dönemin seyyah anlatılarıyla desteklediği bu çalışmasında, kadınların yaptırdığı cami, medrese, sebil, han gibi yapıları yalnızca hayır kurumları olarak değil, aynı zamanda güç gösterisi, hafıza üretimi ve kamusal varlık tezahürleri olarak yorumluyor. Mimarlık tarih yazımında sıklıkla ihmal edilen kadınlar, bu eserde özneleşiyor; üstelik sadece padişah annesi kimliğiyle değil, bireysel inşa ettirici olarak da öne çıkıyor.

Kitapta ele alınan yapılar yalnızca mimari değerleriyle değil, kent dokusuna, halkla ilişkiye ve siyasi bağlama etkileriyle de analiz ediliyor. Gülnuş Sultan’ın özellikle İstanbul’daki mimari izleri üzerinden yürüyen anlatı, bir kadının imparatorluk mimarlığı üzerindeki belirleyici etkisini görünür kılıyor. Sonuç olarak bu kitap, Osmanlı mimarlık tarihinin eril anlatısına güçlü bir alternatif sunarak, kadınların da şehirleri ve anlamları inşa ettiğini kanıtlıyor.

  • Künye: Muzaffer Özgüleş – Osmanlı Dünyasının Kadın Banileri: Gülnuş Sultan ve Mimari Mirası, çeviren: Tansel Demirel, İş Kültür Yayınları, tarih, 304 sayfa, 2025

Didier Eribon – Halktan Bir Kadının Yaşamı, Yaşlılığı ve Ölümü (2025)

Didier Eribon’un bu kitabı, yazarın annesinin hayatı üzerinden Fransa’nın işçi sınıfına, yaşlılığa, toplumsal cinsiyete ve sınıfsal eşitsizliklere dair kişisel ve politik bir sorgulama yapıyor. Eribon, annesinin ölümüyle birlikte onu sadece bir anne figürü olarak değil, aynı zamanda toplumun en alt katmanlarında yaşamış bir kadın olarak anlamaya çalışıyor. Bu çaba, kişisel bir yas sürecinden ziyade sosyolojik ve politik bir yüzleşmeye dönüşüyor.

Kitap boyunca Eribon, annesinin hayatını işçilik, yoksulluk, cinsiyetçilik ve sessizlik içinde geçen bir ömür olarak betimliyor. Onun hikâyesi, sadece bireysel bir kader değil, aynı zamanda bir sınıfın kolektif deneyimi olarak karşımıza çıkıyor. Kadınların toplumda üstlendikleri görünmeyen emek, bakıcılık ve itaat rollerinin nasıl nesilden nesle aktarıldığını sorguluyor. Annesinin yaşlılığında maruz kaldığı yalnızlık ve sağlık sistemiyle olan sorunlar, sosyal devletin gerilemesinin etkilerini açıkça ortaya koyuyor.

Eribon, annesinin yaşamını anlatırken kendi geçmişiyle, sınıf atlamasıyla ve entelektüel kimliğiyle hesaplaşıyor. Annesiyle olan mesafesini, zamanla oluşan duygusal kopuşu ve bunun yarattığı suçluluğu açık yüreklilikle paylaşıyor. Bu kişisel anlatı, aynı zamanda Fransa’daki neoliberal politikaların, sağlık ve bakım sistemindeki dönüşümlerin alt sınıfları nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

‘Halktan Bir Kadının Yaşamı, Yaşlılığı ve Ölümü’ (‘Vie, vieillesse et mort d’une femme du peuple’), sadece bir hayat hikâyesi anlatmıyor; unutulmuş, görünmeyen ve susturulmuş hayatların bir toplumu nasıl şekillendirdiğini gösteriyor. Eribon, annesinin sessizliğinde, tüm bir sınıfın susturulmuş tarihini duyulabilir kılmaya çalışıyor.

  • Künye: Didier Eribon – Halktan Bir Kadının Yaşamı, Yaşlılığı ve Ölümü, çeviren: İmre Özkoray, İletişim Yayınları, anlatı, 231 sayfa, 2025

Adem Yavuz Elveren – Militarizm ve Toplumsal Cinsiyet (2025)

Militarizm yalnızca askerî kurumlar ve ideolojilerle sınırlı kalmayan, toplumsal yapının her katmanına sirayet eden bir tahakküm biçimidir. Adem Yavuz Elveren’in çalışması, militarizmi ataerkil düzenin ayrılmaz bir parçası olarak ele alarak, iktidar ilişkilerinin cinsiyetçi boyutunu gözler önüne seriyor. Bu bağlamda, militarist ideolojilerle beslenen erkeklik kurgusunun yalnızca orduya itaat eden değil, aynı zamanda tahakküm kuran bir “erkek” figürü yarattığı vurgulanıyor. Askerliğin bireyi “oğlan”lıktan “erkekliğe” geçirdiği yönündeki toplumsal kabuller, bu yeni erkeklik halinin içinde iktidara sadakati ve şiddeti meşru gören bir zihniyet dünyasını barındırıyor.

Kitap, militarizmin erkekliği nasıl kahramanlık, dayanıklılık ve şiddet kapasitesi üzerinden tanımladığını irdeleyerek, bu yapının kadınları nasıl sistematik biçimde ötekileştirdiğini gösteriyor. Kadınlar ve kadınsı kodlarla ilişkilendirilen tüm unsurlar, militarist kültürde aşağılanmaya ve bastırılmaya mahkûm edilmiştir. Bu nedenle, militarizmin etkilerini anlamak için yalnızca politik ya da ideolojik çözümlemeler değil, toplumsal cinsiyet perspektifi de şarttır. Aksi halde, militarizmin meşruiyetini sağlayan ataerkil tahakküm biçimleri eksik anlaşılır.

Elveren’in çalışması, bu karmaşık yapıları çözümleyerek feminist ve barış odaklı düşünsel mücadeleye değerli bir katkı sunuyor. Yazarın kendi deneyimlerini analiz sürecine dâhil etmesi ise, metni sadece akademik değil, aynı zamanda içten ve sahici kılıyor. Bu yönüyle eser, şiddetsiz ve eşitlikçi bir dünya inşa etmeye çalışan tüm toplumsal hareketler için güçlü bir yol haritası niteliği taşıyor.

Künye: Adem Yavuz Elveren – Militarizm ve Toplumsal Cinsiyet: İktisadi Bir İnceleme, İmge Kitabevi, inceleme, 239 sayfa, 2025

Lucinda Hawksley – Kadın Hakları Tarihi (2025)

Lucinda Hawksley’nin bu kitabı, Britanya’daki kadınların oy hakkı ve toplumsal eşitlik mücadelesini derinlemesine ele alan tarihsel bir anlatı. ‘Kadın Hakları Tarihi: Oy Mücadelesinde Zafere Yürüyenler’ (‘March, Women, March’), 19. yüzyılın sonlarından itibaren süfrajet hareketinin nasıl şekillendiğini, hangi zorluklarla karşılaştığını ve kadınların nasıl cesurca direndiğini çarpıcı örneklerle anlatıyor. Sadece tanınmış liderler değil, mücadeleye katkı sunmuş isimsiz kadınlar da anlatının merkezinde yer alıyor.

Hawksley, dönemin belgelerine, mektuplara, gazete arşivlerine ve kişisel tanıklıklara dayanan titiz bir araştırma yürütmüş. Kitap, sadece orta sınıf kadınların değil, aynı zamanda işçi sınıfından kadınların da mücadeleye katıldığını ve sınıfsal ayrımların hareket içinde hem gerilim hem de zenginlik yarattığını ortaya koyuyor. Kadınların karşılaştığı şiddet, baskı ve tutuklamalara rağmen geri adım atmaması, kolektif kararlılığın gücünü gösteriyor.

Yazar, kadınların oy hakkı mücadelesini eğitim, mülkiyet hakları, evlilik hukuku ve toplumsal roller gibi konularla ilişkilendirerek çok boyutlu bir tarih inşa ediyor. Ayrıca erkek müttefiklerin ve hareket içinde farklı stratejiler benimseyen kadınların da hikâyelerine yer vererek dönemi daha dengeli bir bakışla sunuyor.

‘Kadın Hakları Tarihi’, yalnızca geçmişe ışık tutan bir tarih kitabı değil; aynı zamanda özgürlük, dayanışma ve eşitlik için verilen mücadelelerin bugün de ne kadar değerli olduğunu hatırlatan güçlü bir eser.

  • Künye: Lucinda Hawksley – Kadın Hakları Tarihi: Oy Mücadelesinde Zafere Yürüyenler, çeviren: Funda Sezer, Say Yayınları, kadın, 288 sayfa, 2025

Ünsal Çimen – Su, Kan ve Akıl (2025)

Batı kültüründe mitolojik düşünceden felsefi düşünceye geçiş genellikle bir ilerleme, insan aklının bir zaferi, çocuksu mitlerin gölgesinden çıkış, kaosun yerini düzenin alışı olarak görülüp kutlanageldi. Oysa bu geçişin simgesel bir “cinayet” ile gölgelenmiş karanlık bir yüzü de vardır: Kozmolojik annenin öldürülerek dişil unsurun ve kadınlığın sistemli biçimde bastırılması ve bunun karşısında filozof tipinde kendini gösteren erkekliğin tahakkümü ve ataerkinin zaferi.

Bu kitap işte bu bastırmanın izini sürüyor. Felsefe tarihinde Thales’in her şeyin kökeni olarak gördüğü “su” unsurunun geçirdiği dönüşüm üzerinden, dişil ilkenin nasıl görünmez kılındığını ele alıyor. Mitolojilerde, dinlerde, hatta çağdaş bilimde yaşamın kaynağı olarak görülen suyun bir varlık eğretilemesi olmaktan çıkarılıp kontrol edilmesi gereken çalkantılı bir karmaşaya indirgenişini ele alıyor ve Antik Yunan’da temellenen felsefeyi bir de bu gözle değerlendirmeye davet ediyor. Mitolojik ve felsefi düşüncenin belirli uğraklarında suyun yalnızca bir madde, pagan dünya görüşünde doğanın bir ögesi olmadığını, bir anlam taşıyıcı, bir mitos, hafıza ve iktidar mücadelesi sahnesi olduğunu gösteriyor. Oedipus anlatısında, Klitemnestra’nın öldürülüşünde, Platon’un idealar dünyasında, Aristoteles’in ilk neden anlayışında, İslam felsefesinde ve Kogiler gibi yerli halkların yaratılış anlatılarında biçimlendirici ilke olarak suyun nasıl mitoloji ile felsefe arasındaki kırılma noktasını teşkil ettiğini, düşünce tarihinin sadece söylenenlerle değil, ayrıca bastırılanlar ve susturulanlarla da kurulduğunu ortaya koyuyor.

  • Künye: Ünsal Çimen – Su, Kan ve Akıl: Mitolojiden Felsefeye Geçişin Hikâyesi, Fol Kitap, felsefe, 136 sayfa, 2025

Bilge Ulusman – Edebi Babanın Reddi (2025)

Türkçe edebiyat tarihinde kadın yazını, yalnızca edebi değil, aynı zamanda siyasi ve toplumsal bir varoluş mücadelesinin de alanı olmuştur. Kadın yazarlar, geç Osmanlı’dan erken Cumhuriyet dönemine uzanan süreçte, erkek-egemen edebiyat kamusu ve kanonik yapılanmaların sınırlarını aşarak kendi sözünü kurmanın yollarını aramışlardır. Ancak bu üretim, edebiyat tarihi yazımında çoğunlukla marjinalleştirilmiş ya da eril normların belirlediği çerçevede okunmuştur.

‘Edebi Babanın Reddi’, 1895’ten 1950’ye dek Türkçe edebiyatın içinde kendine yer açmaya çalışan kadın yazarların üretimlerini, onların özgün manevralarını ve edebi patikalarını takip eden bütünlüklü bir analize katkıda bulunuyor. Edebiyat tarihi yazımının ıskaladığı metinleri mercek altına alırken, kanon dışına itilen kadın yazınının eril vesayete karşı nasıl bir mücadele verdiğini; kadın yazarların kendi anlatısal stratejilerini, erkek şiddetine ve ataerkine karşı geliştirdikleri eleştirel söylemleri ve edebiyat içindeki yerlerini nasıl inşa ettiklerini de gösteriyor.

Kadın yazınına özgü deneyimleri ve anlatısal pratikleri tanıyan bir eleştiri mümkün mü? Bilge Ulusman, edebiyat tarihçiliğinde bir kadın yazını tarihçiliğinin gerekliliğini vurgularken, kadın yazarların edebi ve siyasi mücadelelerini birlikte ele alan bir eleştiri modeli sunuyor.

  • Künye: Bilge Ulusman – Edebi Babanın Reddi: Kadın Yazınında Kurucu Söylem, Türsel İşlev ve Anlatısal Arayışlar (1895-1950), Metis Yayınları, inceleme, 400 sayfa, 2025